Bu hengame içinde yavaş yaşamayı öğrenmek ve uygulayabilmek büyük çaba gerektiriyor. Aynı anda on şeyi düşünmeye alışmış beynimizi durdurmaya çalışmak, sadece içinde bulunduğumuz düşünceye/olaya odaklanmak kolay değil. Ancak bir süre uğraşıp kontrol etmeyi öğrendiğimizde ise zor değil. Diğer yandan başlangıçta bunu mükemmel yapabiliyor olmak da gerekmez. Mesela gün içinde 5-10 kere birkaç dakikalığına o anın içinde kalıp, bir film seyrediyor gibi dışardan bakmak, ortamdaki tüm sesleri, kokuları ve duyguları hissetmek yeterli. Zamanla alışkanlığa dönüşecektir.
Hayatı yavaş yaşamayı becerebilen insanların, sıkıcı ve monoton olduğunu düşünmek büyük yanılgı olur. Doğrusu yıllar önce okuduğum bir blog yazarının yavaşlamaya yönelik çabalarına karşı o zamanlar böyle yaklaşıyordum. Hala ağırkanlı, mıymıy diye tabir edilen insanlara karşı tahammülüm azdır ama artık onların yavaş yaşamcılar değil rehavetçiler olduğunu biliyorum.
Aslında insanları bu şekilde bir sıfatla ikiye ayırmak istemiyorum ama tanımlayabilmemiz için bu gerekli. Rehavete esir olmuş kişiler ile yavaş yaşamayı seçenler arasında çok fark var.
Rehavet bir çeşit uyuşturucu gibidir. İlk başta bu ağırkanlılık kişinin hoşuna bile gidebilir. Oh ne güzel hiç acele etmek gerekmiyordur, daha az hareket edip daha çok dinleniyordur, o birşeyleri yetiştirme gerekliliğinin insanı strese sokan tedirginliği yoktur. İşte bu aşamaya kadar aslında yavaş hayata geçiş ile rehavet arasında çok fark yok. Ne oluyorsa bu aşamadan sonraki adımda oluyor. Yol çatallanıyor ve bir ucu rehavete diğer ucu ise dengeli yavaşlamaya gidiyor. Rehavetin tuzağına düşersen onun günden güne artmasına, vücudunun miskinleşmesine, zihninin uyuşmasına ve en önemlisi yaşam sevincinin körelmesine imkan veriyorsun demektir.
Evet bence rehavetçiler ile yavaş yaşamcılar arasındaki en belirgin fark bu yaşam sevinci. Rehavet çökmüş insanlara "üzerine ölü toprağı serilmiş sanki" tabiri de boşuna değil. Böyle insanlar rehavetinin altında günden güne ezilirler, yeni şeyler yapmak istemezler, değil başkaları için emek vermek kendi elzem ihtiyaçları için bile (misal yemek hazırlamak, bir sorumluluğu tamamlamak) harekete geçmeye üşenirler. Oysa yavaş hayatı seçenler hayatı tüm algılarıyla daha çok özümsemek için durmazlar, yeni şeylere açık olurlar ve gözlerindeki ışıltılar günden güne artar.
Bazen ne yazık ki üstüste gelen sıkıntılar, gündemdeki üzücü olaylar, insanı umutsuzluğa sürükleyip rehavete sokabiliyor. O ince sınırı geçip de rehavet canavarının kollarına düşmemek kaydıyla insanın böyle hissetmesinde bir sorun yok. Hepimiz insanız, iniş çıkışlar yaşarız, duyguların içinde savrulur, bu sebeple aptalca davranışlara düşebiliriz. Bunların hiç biri dert değil ancak her yeri geldiğinde söylediğim gibi: insan akıllı bir varlıktır. Bizi duygularımızın, egolarımızın esiri olmaktan alıkoyacak, hatalarımızdan ders çıkarıp yola devam etmemizi sağlayacak bir aklımız var ve bu her insana bahşedilmiş bir lütuftur. Kimi zaman ipler yüzde yüz elimizde olmayabilir ama çoğu konuda hayatımızı nasıl yönlendireceğimiz, günümüzü rehavetle mi öldürüp yoksa tüm anların ayırdına varıp tam bir verim içinde mi geçireceğimiz bizim elimizde.
Yeni yılın üzerimize çöreklenen tüm rehaveti silip süpürmesi dileğiyle (tabi ki yeni yılın böyle birşeyi yapması mümkün değil, farkındalığımız artsın ve biz onun esiri olmayacak kadar uyanık olabilelim)
Çok güzel yazmışsın, gerçekten de ince bir çizgi var ikisinin arasında.
YanıtlaSilBen bu hamileliğimle birlikte akışına bırakmayı, beklentiye girmemeyi, önüme geleni kabul etmeyi öğrenmeye başladım. Eski versiyonuma bakınca depresyona girmiş olabileceğimi düşünüyorum bazen, o derece bir yavaşlama hali mevcut :) Ama yaşam sevincimin yok olmadığını biliyorum, bu nedenle bu depresyon değil diyorum. İlginç bir ruh hali. Belki de hormonların oyunu ;)
Evet doğrusu çocuklu hayat buna en iyi vesilelerden biri çok şükür
Sil