31 Ağustos 2018 Cuma

Helo’ya Mektuplar: 77. Ay

Ağustos 31, 2018 9 Comments
Canım kızım;

İki gün sonra okul açılacak ve sen 3. grup olacaksın. Hollanda’da okuma yazmanın yoğun olarak öğretildiği yıl bu yıl. Türkiye’de olsaydık 1. sınıfa başlayacaktın ki iki ülkede de okuma öğrenme yaşı aynı seneye tekabül ediyor. Tek fark orada ilk öğretimi bitirmek için senin yaşındaki biri 8 yıl okuyacak, sen ise toplam 8 yılın 2 yılını geride bırakmış oldun. 

Bu yıl yeni bir öğretmen, yeni sınıf ve arkadaşlarla başlayacaksın eğitime. Eski sınıfından birkaç arkadaş var ama sevdiğin arkadaşların başka şubeye düştü. Fakat daha önce üçüncü sınıfları tanımak amacıyla şimdi yeni öğretmeninin sınıfına gitmişsiniz ve öğretmenini çok sevmişsin. Şansına bu öğretmen geldi ama arkadaşlar mı öğretmen mi konusunda ikilemde kalmıştın. Belki ısrar edersek şubeni değiştirebilirdik ama istemedin. Arkadaşlarımla yine oynarım dedin. Bunları daha okul kapanmadan konuşmuştuk.

Geçen gün okulun açılmasından korktuğunu, eski öğretmenlerini ve sınıfını istediğini, onları özlediğini söyledin. Ve ağladın. Biliyordum aslında seni korkutan bilmediklerindi. Sınıfın nasıl olacak, arkadaş edinecek misin, öğretmenin seni sevecek mi? Ya iyi yapamazsam dedin, öğretmen bana kızar mı?

Dedim öğretmenin anlamı öğreten kişi demek, o çocuklar yanlış yaptığında onları düzeltsin, öğretsin diye var. Onun işi bu zaten, hiç merak etme. Yanlış yapa yapa öğreneceksin.

Ve öğretmenin de arkadaşların da seni çok sevecek. Bak gör daha ilk günlerde afspraak (playdate randevusu) yapalım mı diyecekler. Çünkü sen çok sevgi dolu bir çocuksun. Herkes seni seviyor, oynamak istiyor. Onlara iyi davranıyorsun.

Gerçekten öyle bir karakterin var, bu sadece benim gözlemim değil. Her tanıyan senin ortama sevgi yayan bir enerjin olduğunu söyler ki bu adının anlamıyla da örtüşüyor. Çok sevdiğim Farsça anlamına göre, gönülden seven demek Dilâ.

Yani zaten olduğun gibi davrandığın zaman işler her zaman yoluna girecek bebeğim, çünkü sevgi her kapının anahtarı.

Biraz önce uyku öncesi sevişmelerimizde konuştuğumuz gibi,
- beni ne kadar sevsen de doymuyorum anne!
- seni ne kadar sevsem de doymuyorum yavrum!

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Neyle Beslenirsen O’sun

Ağustos 11, 2018 4 Comments




Bir süredir sosyal medyadan takip ettiğim Kafka Okur dergisini aldım Türkiye’ye gelince. Mest olmuş şekilde okuyorum, eski sayılarına ulaşmak için can atıyorum. Dergi hakkındaki yorumlara bakılırsa, seveni de var sevmeyeni de. Edebi açıdan yetersiz bulanlar, illüstrasyonlarla desteklenmiş yazıları beğenmeyenler... Edebiyatın içinde olanlar için belki zayıf kalıyordur ama benim gibi edebiyatı seven ama gündelik yaşamımda hiç bulamayan insanlar için ilaç gibi bir dergi. Üstelik illustrasyona da ayrıca ilgim var. Her detayına bayılıdım.

Üstüste böyle şeyler okuyunca, kalemim de süslenmeye başladı. Dümdüz cümlelerimin yerine daha dikkat çekici şekilde nasıl söylesem diye düşünür oldum. Bu sebep sonuç ilişkisi gerçekten hayret verici. Beynime günlük hayat akışından bir tık yüksek bir akış geldiğinde şarıl şarıl çağlamaya başlıyor. Aslında aynı şeyi daha önceleri birçok farklı konuda da tecrübe ediyordum. Fizik çalışırken yeni fikirler üretmek istediğimde, bol bol araştırıp okuyordum; yeni bir logo veya Web sitesi tasarlamadan önce o konseptteki diğer çalışmaları inceliyordum. İncelemeden, okumadan, araştırmadan beynimizdeki ilgili kısımları çalıştırmak, düşünceleri harekete geçirmek ve bunların sonucunda da ilham perisini çağırmak söz konusu değil. En azından benim için öyle, sanıyorum ki birçok insanın da aynı.

Pek kötü bir alıntılama olacak, kimin söylediğini (sanırım eski abd başkanlarından biriydi) ve tam cümleyi unuttum ama geleceğin en büyük sorunu vasatlık olacak demiş bu kişi. Okuyunca yürekten katıldım bu fikre. İnsanlar sıradanlaşmaya başladıkça yaratıcı zeka köreliyor. Yukarıda bahsettiğim gibi beynimize, alıştığının üzerinde bir besleme yaptığında daha üretken oluyor.

Tabi işin bir de şu yüzü var. Şimdilerde insanlar neyle besleniyor? Toplumdaki huzursuzluk, stres, kolayca ateş almaya hazır bir gerilim... Çocuklar daha hırçın, insanlar daha sabırsız, yürekler daha hoşgörüsüz. Yazdıkça uzayacak bu örnekler siz de biliyorsunuz. Bu yüzden yazmak istemiyorum.

Çocuklarımız için en azından ev içinde dikkat etmeli. Onlara huzurlu bir yuva sunmalı, mümkünse ufak ufak bilimle, sanatla, kültürle tanıştırmalı. Sorular sormayı, düşünmeyi tetikleyici davranışlarda bulunmalı. Şefkati, affetmeyi, barışı öğretmeli. Sadece bir lokma beslesek yeter, tadını alınca çocuk kendisi de isteyecek, büyük bir iştahla zaten üretecek. Bakın burada çok önemli bir fark var. Bir beyni ve ruhu beslediğimizde, verdiğimiz şeyi tüketmiş olmuyoruz; aksine geri dönüşlerini de göz önüne alınca çoğaltmış oluyoruz. Bu iyilik de olsa kötülük de olsa böyle. Ve eğer hep kötülük ile devam ederse dünyanın sonunun nereye varacağını tahmin etmek zor değil :/

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Bekle Beni İstanbul

Ağustos 04, 2018 2 Comments
Yaklaşık 20 gündür yine Türkiyede’yiz. Yurtdışında yaşama süremiz uzadıkça, Türkiye’den ilk yurtdışına çıkanların yaşadığı şaşkınlıklar bize tersine oluyor. Ülkemizdeki yenilikler, ebeveyn yaklaşımları, yeni binalar, toplumdaki yaygın tavır... gibi birçok şey farklı geliyor.

Ben de her gelişimde bunun gibi şaşkınlıklar yaşıyordum ama bu sefer biraz daha farklı, belki de daha ileri seviye bir yabancılık hissettim kendi ülkemde. İlki markete gittiğimde olmuştu. Yıllar önce gözüm kapalı şipşak yaptığım birkaç parça alışveriş tam bir saat sürdü. 1 saat !!! Benim için çok uzun bir süre. Ve annem nerde kaldığımı sorunca markette hangi ürünü alacağımı bilemedim dedim. Çoğunun arkasını okudum, bir sürü tanımadığım markanın hangisi iyiydi, sevdiğim peynir tadı hangi kutuda kalmıştı. Basit bir yüzey temizleyici alacaktım, bir sürü yeni marka vardı. Şampuan bölümünde de epey zaman harcadım, Hollanda’da bildiğim markalar ne kadar pahalıydı. Resmen kendimi yapayalnız hissettim, oysa ben şıp diye karar veren biriydim.

Bir sonraki şaşkınlığı feribotta yaşadım. Yabancı uyruklu biri kantinci ile anlaşamıyordu ve ben İngilizce konuşup yardım ettim. Ama kadının derdini kantinciye İngilizce anlatmak da neyin nesi? Sanki dilim kilitlendi İngilizceyi Türkçeye çeviremiyorum. O kadar yarım yamalak konuştum ki kendime kızdım. Ne olmuştu da böyle olmuştu bugün yaşadığım başka bir olayın sonunda anladım.

Bugün ise çocuklara kitap almak için bir kitapçıya gittim, yere oturdum (bir tabure olsaydı keşke) ve tüm kitapları tarayıp seçtiklerimi yere ayırdım. Ben hafif yana ilerlemiş halde iken görevli gelip yerdeki kitapları rafa koymak istedi, beni farketmemişti. Arkamı dönüp nee (nei diye okunuyor, Hollandaca hayır) diye bağırdım. Görevli şaşırdı tabi fakat birkaç saniye jetonum düşmedi sonra kekeleyerek pardon onları ben alacağım dedim fıslayan bir sesle. Kendimden utanmıştım bu ani acayip çıkışım için. Neden bağrımdan Hollandaca bir çığlık kopmuştu.

Oysa evde annemlerle arkadaşlarla falan hep Türkçe konuşuyorum, hiç duraksama takılma yok. Fakat Hollanda’da iken de durum böyle; benim için ev içi geçerli dil Türkçe. Fakat Hollanda’da dışarda basit tepkilerim Hollandaca ve ilerisi de İngilizce oluyor. Beynim mağazada bu dillere şartlanmış. Hangi ülkede olduğum ayrımına varamamış. Yine tüm kasalarda dilime Hollandaca teşekkür edesim geldi, bu sefer farkedip kendimi durdurdum.

Bundan başka bazı şeyleri daha farklı bir gözle görüyorum. Hani yaşadığınız yerde hep yanından geçtiğiniz birşeyi farketmezsiniz ama olraya yabancı biri farkeder ya işte öyle. İstanbul’dan taksi, metro ve bilimum taşıtlarla yol alırken tüm detaylar beni ilk kez görmüşçesine etkiliyor. Mutlaka içinde yeniler de var zira İstanbul durmadan değişen bir şehir ama değişmeyenler de var. Mesela ulu ağaçlar, köprüler, deniz, bazı evler... Herkes önüne bakarken ben başım geride yürüyorum. Ve bu farkettiklerim beni duygulandırıyor. Hem de çok.

Yine bugün metroda bir yaşlı adam sanırım kemane idi çaldığı alet, çalıp para topluyordu. Şimdi unuttum ama çalarken şarkıyı tanıyıp mırıldandım, çocuklarla durduk biraz dinledik ve para verdiler ikisi de. Ve biz onu dinliyoruz diye melodiyi değiştirip küçük kurbağa şarkısını çaldı. Ben tanımamıştım melodiyi çünkü kafam bir önceki mırıldandığım eski şarkıda kalmıştı ama kızım tanıdı ve babası da doğruladı. Sonra içimden teşekkür ettim adama, ne tatlı bir jestti ve bu belki de sadece ülkemizde olan birşeydi.

İstanbul’da doğdum, büyüdüm, birçok yerini gezdim, yaşadım ve artık doydum sanırdım. Fakat içinde yol aldıkça içime bir yol uzanıyor. Bu sevdiklerimin burada yaşıyor olmasından ayrı bir his, bu şehirle aramda yarım kalan birşeyler var sanki. Daha tüm sırrını çözmemişim, her detayını özümsememişim gibi. Ne olduğunu bilmiyorum ama hissediyorum. Buraya da yazıyorum ki unutmayayım. Bakalım gün gelecek de ben o sırrı bulacak mıyım?