Daha önce bu kitap hakkında yazmıştım. Daha okuduğum ilk andan itibaren kalbime işledi ve benim içimde çok büyük bir yer etti. Belki çok abartı bulacaksınız ama okuduğum tüm kitaplar bir yana, Güneç Çavması bir diğer yana. Onu hiç bir kitapla aynı kefeye koyamam.
İkinci kitabın ilk bölümlerini online okumuştum. Daha sonra tamamlanmış haliyle basıldı. Sonlarını çok merak ettiğim için, önce kaldığım yerden itibaren okudum, sonra yeniden baştan başladım.
Kitabı okuyup blog yazısı yazan ilk kişilerden biriyim internet aleminde. Sonra sırf merakımdan diğer yazıları, yorumları da okudum. Çoğu kişi beğenmiş durumda şuan ama elbet istisnalar oluyor. Onları okurken neden rahatsızlık duyduklarını anlamaya çalıştım.
Kitapta alışılmışın dışında ve düşününce mantıklı bulabileceğiniz çok sayıda düşünce var. Bunları okuyunca yıllardır üzerinde düşünmeden kabul ettiğimiz ve sürdürdüğümüz alışkanlıkların abesliği yüzümüze çarpıyor. Sanırım bu kadar çok uyarana maruz kalınca insan kendini kötü hissediyor. Tabi burada iyi veya kötü hissetmek kişinin yaklaşımına kalmış, yeniliklere kolayca kucak açıp açamamakla ilgili biraz.
İlk okuduğumda herkese mutlaka okumalısın diyordum, şimdi de görüşüm değişmedi ama herkes için doğru zaman diye birşey var. Zamanı geldiğinde okunmasının daha doğru olacağını düşünüyorum.
Kitapta beni derinden etkileyen çok sayıda sahne var. İkinci kitabın sonlarından bir sahneyi yazmak istiyorum buraya. Beni çok etkiledi, defalarca okudum ve hepsinde aynı derecede etkilendim. Yıllar sonra blogumu okurken burada olmasını istiyorum. Yazı biraz uzun olacak, devamını okumak için tıklayınız.
(Ön bilgi: Uğur ile Meriç ilk gençliklerinden beri birbirlerine aşıklar ama kader onları ayırmış. Meriç'in babası, kızı okusun diye Uğur'dan onu bırakmasını istemiş. İkisi de farklı kişilerle evleniyor ve çoluk çocuğa karışıyorlar, ancak sevmekten hiç vazgeçmiyorlar. Yıllar sonra tekrar görüşüyorlar ama Meriç kanserden vefat ediyor. Ve Uğur ona yeniden kavuşmuşken kaybetmenin acısıyla yıkılıyor. Meriç yıllar boyu doğmamış kızları Lal'e hitaben yazdığı günlüğü bırakmıştır Uğur'a. Bir gün arkadaşı Ekrem ile meyhanede dertleşiyorlar)
.... Birkaç aydır içinde biriken ne var ne yoksa döktü. Okuduklarını, pişmanlıklarını, Meriç'le son görüşmesini, sonraki mutluluğunu, ölümle gelen kederi, Mecnun'la sohbetini, her gün zihnine çöreklenen düşünceleri ve kederini anlattı, anlattı, anlattı. En sonunda kendini nasıl Uğur Nobel olarak hissettiğini açıklayıp nihayet sustu.
Ekrem konuşmaya başlamadan hemen önce arkadaşını gülümsemesiyle kucakladı. "Biliyorsun ben kıskanç bir adam değilim ama bazen sana çok gıpta ediyorum".
Bu sözlere şaşıran Uğur gülümsedi." Hıh. Neden? Acı çekmeyi güzel bir şey mi sanıyorsun? Acı çekmek matah bir şey değil be Ekrem! Neyime gıpta ediyorsun?"
Adam omzunu silkti. "Gerçekten yaşamana gıpta ediyorum". Arkadaşı ona şaşkın şaşkın bakarken açıklamasını sürdürdü. " Düşünsene, aynı yaştayız, sen gerçekten aşkı yaşadın be Uğur! Tamam acı çekiyorsun, pişmanlıkların var, hatalar yaptın ama düşünsene sen şöyle bir kanat takıp havalanma durumuna geldin. Sen konuşurken, uzaya gitmek gibi herhalde diye düşünmeden edemedim. Mecnun'un söylediklerine katılıyorum, çektiğin acının bir kısmını zihnin üretiyor olabilir, acıseverlik var bizde kabul edelim. Fakat bir kısmı gerçek. Olsun! Olsun anasını satayım! Bir o kadar da mutlu oldun! Yaşadın işte, gerçekten yaşadın!"
Uğur gülümseyerek araya girdi. "Sen yaşamadın mı? Daha demin anlatıyordun dede olmanın ne kadar harika birşey olduğunu."
Ekrem'in gözünün önüne torunları gelşnce, neşe kelimesi sözlükten fırlayıp yüzüne yerleşti. "O da başka bir sevinç! Başka bir mutluluk! Ama ne bileyim, o sana başkaları tarafından verilen bir mutluluk, genetik bir olay sonuçta. Nasıl evlendik biliyorsun, sen de ben de! Analar babalar beğendi biz aldık. Şehnaz'ı çok severim ve sayarım biliyorsun ama ben böyle bir aşk yaşamadım arkadaş! Bilmiyorum işte! Sen anlatırken öyle hayran hayran dinledim yine. Yıllar önce de öyle dinlerdim çünkü sen kendini ah bir görebilsen! Sen ne zaman Meriç'ten bahsetsen canın havalanıyor, görüyorum arkadaş! Meriç yaşarken de öyleydi. Öldü yine öyle! Daha neyi dert ediyorsun be Uğur? Canın uçmayı bilmiş, sen daha ne istiyorsun? Hep uçamıyorum diye mi kederleniyorsun? Bizim canımız hep yere bastı arkadaş, biraz da şu dünyadaki şansını gör! Uğur Nobelmiş! Kendini kınamayı, suçlamayı, pişmanlık duymayı bir bırak artık yaaa!"
Bu sözler, Uğur'un haftalardır kaşıdığı, kabuk bağlamasın diye kanatmaktan hoşlandığı yaraya mentollü merhem etkisi yaptı. Meriç'in defterinde okuduğu 'aşk olmak' kavramını, Mecnun'un birkaç kez vurguladığı ' o duygu sende' ifadelerini idrak etti ve müthiş bir rahatlama hissetti.
Kedere sarılırken olduğu gibi, kederden sıyrılırken de hayat insana bazı küçük oyunlar oynar. Uğur'a da oynadı. Nedendir bilinmez o ana kadar hafif tonda çalan müziğin sesi birden yükseldi. Uğur kadehinden bir yudum daha aldı. Uzun süredir yaşadığı ruh-beden uyumsuzluğunun sona ermekte olduğunu hissediyordu. İşte şimdi! Şimdi, burada, dostuyla ettiği sohbet sayesinde, alkolle gevşeyen bedeni yumuşacık bir çorap gibi ruhunu tam olarak sarmıştı. Ne ruhu bol ne de bedeni dardı artık... Bestesi Kaptanzade Ali Rıza Bey'e, güftesi Ömer Bedrettin Uşaklı'ya ait eseri, oturduğu yerden Tolga Çandar ve Seza Kırgız ile beraber söylemeye başladı. Eğilmez başın gibi... Gökler bulutlu efem... Dağlar yoldaşın gibi... Sana ne mutlu efem... Oyna yansın cepkenin... Yansın güneşten tenin... Gün senin şenlik senin... Bayramın kutlu efem...
Meriç lise yıllarından süzülüp karşısına geçmişti çoktan. Gökyüzünün tıruncuya boyandığı bir akşamüzeri, eski radyonun sesi dalgalara karışırken, sakince dinleyip mırıldandıktan sonra zeybek oynamaya çalıştıkları anlardaydı şimdi. Tam olarak neredelerdi? Büyük Deniz'in karşı kıyısı mıydı acaba? Ne farkederdi ki? Meriç yeşil minik çiçekli beyaz elbisesi içinde, bu hicaz şarkıda zeybek oynamaya çalışıyordu işte! Ona uyum sağlamaya çalışmak en iyisi değil miydi?
Ekrem arkadaşının kimseye aldırmadan ayağa kalkıp zeybek oynamasını izlemeye başladı. Yanaklarından süzülen yaşlar, aslında mutluluğun kendine yer açmaya çalışması mıydı?
Uğur zamandan kurtulmuştu. Pilli radyodan yükselen Zeki Müren'in sesi Tolga Çandar'ın sesine karışırken, o sadece Meriç'in sesini duyuyordu. Çoban yıldızı gibi... Kalbime aktın efem... Bir yaz güneşi gibi... İçime doğdun efem... Oyna yansın cepkenin... Yansın güneşten tenin... Gün senin şenlik senin... Bayramın kutlu efem...
Vakit gece yarısını geçtikten sonra eve gitti. İçini kaplayan ve zihnine de yansıyan duyguyu tanıdı: Huzur...
Meriç'le zeybek oynayarak vedalaşmış ve bu veda anında kendine yüklenmeyi ilelebet bırakmıştı. Bunu iliklerinde hissediyordu. Ekrem'in söyledikleri kulaklarında çınladı : "Bak senin ezberlemen normal ama bir kez söyledin ben de ezberledim: O kadar mutluyum ki ben! Taşıyorum! Tam şu anda aşkı taşıyorum Lal! Bu hayattan daha fazlasını istemek kimseye yakışmaz. O geldi ve bana çocukluğumu geri verdi... Bu satırlar sana yazılmış Uğur! Bundan güzel bir affedilme hikayesi varsa da ben duymadım arkadaş! Daha ne istiyorsun? Sen de geçmişteki hatalarından pişmanlık duymaktan kurtul artık! Sizin aşkınız üzerine gözyaşı dökülecek bir aşk değildi, siz ikiniz çocuk gülücüğü gibiydiniz hep"
......
Güneş Çavması II
Esra van der Wiel
Ben de okuyayım bu kitabı demiştim sen yazdığında unutmuşum bak, notumu alıyorum.
YanıtlaSilO türküyü ben ilkokul mezuniyetinde söylemiştim , biliyor musun, çok severim:-)
eeehhh artik alayim bu kitabi
YanıtlaSilKitabı çok merak ettim ve sürprizi bozulmasın diye "Devamı" kısmından sonrasını okumadım.
YanıtlaSilTamamdır! :)
YanıtlaSilBen de beklerim Kafa'ya! :)
Çok etkilendim ben de.. Müthiş yansımış duygular yazıdan okuyana..
YanıtlaSilÇok merak ediyorum bu kitabı.Sende gördüğümden beri.Listeme ekledim:)
YanıtlaSil