29 Ocak 2014 Çarşamba

Oyun Hamurlarını Yumuşatmak

Ocak 29, 2014 15 Comments
Kızımın oyun hamuruyla oynama zamanının gelmesini dört gözle bekliyordum. İtiraf etmeliyim ki ondan çok ben oynamak için can atıyordum :) Sanırım dört aydır falan oynuyoruz hevesimi bolca aldım ve ne yazık ki Helo tarafından itinayla kaynaştırılmış hamurları ayırmaktan, kurumuşları yumuşatmaktan fenalık geçirmek üzereyim.

Kuruyan hamurları yumuşatma ile ilgili internette bulduğum bilgiyi defalarca denedim ve çok memnun kaldığım için yazmak istedim. Hamuru kabına iyice bastırıp üzerine yarım parmak kadar su koyuyor ve kapağını kapıyorum. Bir gece bekliyor sabah suyun fazlasını döküp genelde suyun değdiği yerler vıcıklaşmış olduğu için elimle yoğurup her yere dağıtıyorum. Elleriniz boyanabilir, vıcık vıcık olabilir pes etmeyin. Bir süre sonra ellerdeki hamurlar büyük ölçüde çıkmış ve  hamur gayet yumuşamış olacak. Rengi biraz açılıyor sanki ama kuru hamurun çöpe gitmesinden iyidir.

27 Ocak 2014 Pazartesi

Blogger App Kullanarak Blog Yazmak

Ocak 27, 2014 15 Comments

Farketmişsinizdir son zamanlarda daha sık yazı yazıyorum. Bunun nedeni telefondan yazıyor olmam ve artık işi iyice öğrendiğimden pratik kazanmış olmam. Bu telefonumu bir yıldır kullanıyorum ama uzun bir zaman blogger app yüklememiştim. Nedeni ise gerekli gereksiz aplikasyonlar ile doldurmak istemememdi. Sonuçta Safari (ve yüklediğim diğer tarayıcı olan Chrome) ile de yazı yazabiliyordum. Ancak onlarda yazı düzenlemek çok daha zor.

Bu aplikasyon ile yazmak ve yayınlamak, diğer bloglarım arasında geçiş yapmak çok kolay fakat eksiklikler var tabi. 
1- etiketleme sırasında otomatik tamamlama özelliğinin olmaması. Normalde bilgisayardan yazarken önceden yazdığınız bir etiket önizleme olarak çıkar ve onu seçersiniz. Yazıları aynı etikette toplamak için bu özellik iyi oluyor çünkü harf hatası falan yapınca, apayrı bir etiket oluşmuş oluyor. Bu aplikasyonda tamamlama özelliği olmayınca ne yazık ki bi dolu yeni etiketim oldu :) Ben de etiketlemeyi bıraktım, bilgisayarı açınca 5-10 yazıya birden topluca etiket veriyorum.
2-yazıyı ve görselleri sağa sola veya ortaya yaslama seçenekleri yok, bazılarını sonradan bilg açınca düzeltiyorum.
3-link ekleme sıkıntılı böyle bir işlev yok- ya tam adı yazıyorum yada kaydettikten sonra chrome ile açarak düzenliyorum.
4-yazının html bilgisini görmek ve yazıya html kodlar eklemek mümkün değil, bunları da chromeda açarak yapıyorum.

Yazıya fotoğraf yükleme işine gelince biraz farklı. Bu aplikasyonla yüklenen fotoğraflarda, resim seçeneğini hangisi seçerseniz o büyüklükte yüklenmiş oluyor. Normalde bilgisayardan yazdığımızda, fotoğrafın orjinal hali büyük ise yazı içinde ona tıklanınca fotoğraf büyür. Burda ise büyümeyen fotoğraf eklemiş oluyoruz. Aslında ben bunu tercih ediyorum çünkü kızımın fotoğraflarını zaten yeniden ebatlandırıyordum ve küçültüyordum. Diğer fotoğrafları da çok geniş seçeneğinde yüklediğim zaman bu genişlik benim için yeterli daha da büyümesine gerek yok. Ayrıca kotayı da fazla doldurmamış oluyor böylece. 1.resimdeki ayarlar kısmında fotoğraf çözünürlüğü seçilebiliyor.


Görüldüğü gibi orjinal resim çözünürlüğü de var. Ancak orjinal boyutu, yazı alanınızın genişliğinden büyük ise, fotoğraflar taşmış görünür. Bu yüzden genişliğini bildiğim, taşmayacağından emin olduğum fotoğrafları orjinal boyutta yüklüyorum ben. Her yazı öncesi fotoğrafı nasıl yükleyeceksem bu seçeneği değiştiriyorum.

Gelelim fotoğraf editlemeye. Yüzlerce aplikasyon var bunun için, belki 20-30 tane yükleyip deneyip kaldırmışımdır. Sonuçta ihtiyacım olanları belirledim ve minimum sayıya indirdim. Çoğu zaten benzer özelliğe sahip. Aşağıdakiler benim photoeditors klasorümdeki app.lar. Bunlardan Moldiv kolaj ve görsel süslemeler için, Typic fontsal süslemeler için, ColorFree splash özelliği için ( fotoğrafı siyah beyaz yapıyor, sonra parmağınızla dokunduğunuz yerler gerçek rengine kavuşuyor, yani kısmi renklendirme yapıyor), InstaFit kare olmayan fotoları instagrama koymak için kullanıyorum. Be Funky, Photo Editor ve PicsArt da fotoğraf programları. PicsArt bir nevi Photoshop içlerinde en kapsamlı olan o. Blog ve header tasarımı bile yapıyorum onunla :)


Genelde fotoğrafları PicsArt ile yeniden boyutlandırıyorum ve kırpıyorum. Üzerine blog adını yazıyorum ve her şey için yeterli bir aplikasyon.

Bunlar haricinde bence gayet önemli olan bir diğeri ise MediaInfo isimli aplikasyon. Tüm albümlerdeki fotoğrafların bilgilerini veriyor. Yeniden ebatlandırdığım kendime ait fotoğrafların en-boy oranını biliyorum ama, özellikle internetten indirdiğim veya ekran görüntüsü aldığım fotoğrafların özelliklerini bilmiyorum. Telefonun küçük ekranından anlamak zor. Bunun için o fotoğrafları MediaInfo'da görüntüleyince tüm bilgilerini edinmiş oluyorum.

               
Ve böylece blog yazma işini pratikleştirmiş oluyorum. 

Blogger app ile ilgili söyleyebileceğim son şey, buradan kumanda panelini, denetleme bekleyen yorumları görmek, gadget ekleyip kaldırmak falan mümkün değil. Sadece yazı yazmak ve görüntülemek için düşünün. Yorumları onaylamayı ve diğer işlemleri telefona yüklediğim chrome aracılığı ile (safari de oluyor elbet) blogger.com kumanda paneline girerek (genelde oturumum hep açık, sayfayı yeniliyorum arada) yapıyorum. Yorumlara cevapları da chrome ile yazıyorum. Kısaca işlerimin çoğunu tekefondan yapabiliyorum.

P.s: evet hala ios7 yüklemedim.

24 Ocak 2014 Cuma

22. Ay Mektubu

Ocak 24, 2014 8 Comments

Can parem;

Bu ay mektubunu bir gün gecikmeli yazıyorum ama bu sefer nedeni zamansızlık değil, hangi konuyu yazacağıma karar verememem. Öyle dolu bir ay geçirdik ki, neredeyse yarısında hasta olduğun, ardından iyileşince maksimumda yaşadığın eğlenceli günlerin gönlüme ettiği zuhurları mı yazsam; iki yaş sendromu nedeniyle tavan yapan inadının, koç burcu oluşun nedeniyle kat kat daha fazla olduğunu, artık hiç bir şekilde seni yönlendiremediğimizi mi yazsam; yoksa o delifişek hallerinin ortasında birden bire gelip, yanağını yanağıma dayayarak üzerime yatmak istediğini ve bu anlarda nasıl da mest olduğumu mu yazsam bilemiyorum. 

Çok konuşuyor, çok soruyor, çok denemek istiyor, çok oynamak istiyorsun. Her konuda bir çok dönemine girdik galiba. Bir de çok yesen nasıl memnun olacağım ama neyse ki geldiğimizden beri biraz daha yoluna girdi bu iş. 

Bu yazıda sana özel bir kaç sözcüğünü not etmek istiyorum ki tamamen kendin türettin bunları, böyle çok sözcüğün var ama aklıma gelenler şöyle:

İkiye-iki tane
Dansiye- dans etmek
Mıtta-mıknatıs
Happo-hippo
Babiya-babanne

Şu an söyleyemediğin hiç birşey yok. Ama kastım telaffuz edebilme yeteneği değil, gün içinde kendiliğinden doğru sözcükleri bulup kullanıyor olmanı kastediyorum. Bazen söylediğin şeyleri bunu ne zaman nereden öğrendin acaba diye düşünüyorum ciddi ciddi. Bazen de seyrettiğin ingilizce videolardan kendiliğinden öğreniyorsun, mesela birkaç gün önce, sana hiç söylemediğim halde şekere candy demeye başladın.

Öyle hızlı öğreniyor, öyle sık oyun değiştiriyorsun ki artık hızına yetişemiyorum. Akşam olsa da uyusan, ben de biraz dinlenebilsem hayalleri kurduğum, sabahına ise deli gibi özlediğim bu günleri tüketip duruyoruz. Neyse ki anların keyfini yakalayabiliyorum.

Seni çok seviyorum bebeğim.
Amsterdam

23 Ocak 2014 Perşembe

Aperatif Kereviz Sapı Salatası

Ocak 23, 2014 3 Comments

Kereviz sapını sık alırım ama paketi bitiremem çoğu zaman. Salataların ve çorbaların içine koyuyorum genelde. Dün yine kocaman bir paket alınca, bozulmadan bitirebilmek için sadece kereviz sapının olduğu salatalar var mı diye bakındım internette. Biliyorum ki bizim kültürümüzde fazla yoğun kullanılmıyor ama avrupada yaygın. Çocukların kitaplarında bile var celery. Hakikaten google görsellerde kereviz sapı tarifleri ve bir de celery recipes diye aratınca fark çok bariz şekilde görülüyor.

Yukarıdaki fotoğraf da alıntı bir yabancı siteden. Ben de akşam benzerini yaptım ve yedik ama fotoğrafım akşam olması nedeniyle pek güzel çıkmadı. Artık ikinci yapışımda yeniden çekerim.

Orjinal tarifte üzerindeki beyaz krema için otlu peynir ve başka bir krem peynir karıştırılmıştı. Sarımsak da vardı. Aslında malzemelere pek dikkat etmedim çünkü hangi malzemeye ne yakışır kafamda kolayca uydurabiliyorum. Dolayısıyla fotoğrafı görür görmez nasıl yapmam gerektiğini biliyordum.

Önce kereviz saplarının sırtındaki kılçıkları soyuyorum ben. Yerken koparması ve yutması zor oluyor yoksa. Bıçakla bir ucundan tutup aşağı doğru sıyırın. Tüm kılçıklar temizlenince yaklaşık üç parmak kalınlığında kestim.

Üzerine koyacağım malzemenin içinde mutlaka sarımsak olmalıydı fakat çok yoğun değil, bir diş yeter. Kibrit kutusu büyüklüğünde (tabi yapacağınız miktara göre değişir ben iki sap için yaptım) beyaz  peyniri iki kaşık yoğurt ile (sert kısımlarından) ezip krema haline getirdim.

Kereviz saplarının içini doldurmadan önce limon suyuna buladım, içlerini doldurdum ve dizdim. Üzerine sumak ve nane serptim, bir kaşık zeytin yağını tümünün üzerine gezdirdim ve bir de biraz hareket katmak için bir tanecik ıspanak yaprağını minik minik doğrayıp serpiştirdim.

Üzerine koyacağınız baharat ve süslemeler size kalmış ama sarımsak ve limonu eksik etmemeli. Mesela minik doğranmış domatesler, taze sarımsak ve nane, maydanoz da eklenebilir. Ancak üzeri komple dolup da görüntü bozulmasın.

Tadı öyle güzel oldu ki favorilerim arasına girdi. Tavsiye ederim.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Evimizde Lale Zamanı

Ocak 22, 2014 5 Comments





Biliyorsunuz Hollanda'nın laleleri meşhurdur. Yıllar boyunca hep kızdım, bizim kültürümüze ait olan çiçeği çalmışlar diye. Çaldıkları yetmemiş bir de devasa lale bahçeleri yapmışlar, bunlarla tüm dünyaya caka satmışlar diye :)

Son yıllarda İstanbul'da da lalelere önem veriliyor ama burası gerçekten bir başkaymış. Zaten çiçekçilik alanında aşmışlar kendilerini. Benim çiçeklerimi satın aldığım dükkanın sahibinin yaşıtım bir bayan olması, yaptığı aranjmanlar beni öyle imrendiriyor ki. Ne güzel bir iş ne zevkli bir çalışma ortamı. Türkiye'de olsa insan çiçekçi dükkanı açmaya çekinir masraflarını bile çıkaramayabilir çünkü :(

Burda ise o kadar yaygın ki çiçekçiler, yeteri kadar kazanıyor olmalılar. İnsanlar da kadar düşkünler ki çiçeklere, bahçeler daima çiçekli, alışverişten dönenlerin ellerinde her daim bir buket çiçek.

Ben de eskisine göre çok daha sık alıyorum artık. Lale zamanı da geldiği için evim bir süre onları misafir edecek. Bu arada çiçekler gerçekten çok ucuz, fotoğrafta görülen iki buket beraber toplam €3.99 idi.

Akşam aldığım çiçekler bu gün açmaya başlayınca ve şu an uyuyan kızım da bu saate kadar bana kök söktürünce, lalelerin fotoğraflarını çekmek istedim. Onlarla bir kaç dakikalık bir hasbihal bile ruhuma öyle iyi geldi ki.

21 Ocak 2014 Salı

Arabalarla İlgili Tuhaf Gerçekler

Ocak 21, 2014 10 Comments
Bu sabah kızımı oyun grubuna götürürken jantsız birkaç araba görünce aklıma geldi yeniden. Slovakyada nasıl da yadırgıyordum. Orada neredeyse hiç bir arabanın jantı yok. Bunda kış/yaz lastiği geçişlerine sıkı şekilde riayet edilmesi ve 8 tekerlek için jant almanın masraflı olması da sebep. Ancak çok lüks arabalada falan jantsız kara kara tekerlekler öyle tuhaf duruyor ki, İstanbul'da pek görmediğimden çok şaşırıyordum.

Hollanda'da fazla olmasa da var jantsız tekerlekler. Fakat artık gözüme batmıyor :)

Slovakyada iken bir süre Paris'te yaşamış  bir arkadaşı anlatmış eşimin. Paris'te arabaların ön ve arkaları genelde paramparçadır diye. Hakikaten yılbaşından önce gittiğimiz zaman dikkat ettim öyle. Çizik, kırık, kaportası çökük arabalardan bolca var. Meğer orada arabaları çok sıkışık parkediyorlarmış. Arabayı parkederken ve çıkarken önden arkadan tak tuk diye vurarak çıkmak adettenmiş :) Üstelik araba çok yeni olsa bile böyle, biz Türkler bir çizik olacak diye aklımız gider.

Bir de İtalyan arabalarının genelde küçük olmasının sebebi dar sokaklardan kolayca geçebilmeleri içinmiş. Biliyorsunuz eski kentlerde sokaklar çok dar ve bunlardan İtalya'da bolca var. Yine onlar da bu dar sokaklardan geçerken arabanın yanlardan duvarları çize çize gitmesine pek aldırış etmezlermiş duyduğuma göre :)

Ne kadar tuhaf değil mi? Siz biliyor muydunuz peki.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Yine Diş Kontrolü!

Ocak 20, 2014 19 Comments
Geleli daha dün bir bugün iki soluğu diş kontrolünde aldım. Benim titiz kocacım kendi randevusunu ben yokken yapmış benim randevumu da geldiğim ilk güne almış. Neyse ki bu sefer doktor azarlamadı da keyfim yerine geldi :)

Slovakyada eşimin ve kızımın devlete bağlı sağlık sigortası vardı ama bana yapmamışlardı. Ben özel bir sağlık sigortası yaptırıyordum fakat buna diş dahil değildi. Hatta eşimin sigortası da devlet sigortası olmasına rağmen diş kontrollerini kapsamıyordu ki Hollanda'da hepimizin diş de dahil sigortalanacağını öğrenince çok sevinmiştik.

Aslında ülkemizdeki sağlık sigortası da dişi kapsıyor ama nedense ben ve tanıdığım herkes diş tedavilerini özel merkezlerde yaptırıyor. Herhalde bir dönem sigorta ve devlet hastanelerindeki bezdirici yoğunluk buna sebep. Şimdilerde randevulu sistemle daha kolaylaşmış olsa da diş kontrolleri genelde mecbur kalınmadıkça yapılmıyor.

Hollanda'da ise bize aile hekiminin yanı sıra bir de aile diş hekimi atandı. Bizim mahallede ev tipi bir muaynehane. İlk taşındığımızda kontrole ve tanışmaya gittik, diş röntgenlerimiz çekildi, dişlerimizin bir nevi haritası kayıt altına alındı. Bundan sonra da İstanbul'da olsam önemsiz bulacağım her konu için tedaviye başlandı. Sekiz ayda altı kere kontrole gittim, her gidişimde dişlerim temizlendi, bir dolgu ihtiyacım vardı o yapıldı ve ağız bakımı ile ilgili yönlendirmelerde bulundu.

Bu gün hariç her gidişimde azarlanıyordum çünkü dişlerime bakma konusunda üşengeçim. Yeterli özeni göstermediğimi de hemen anlıyordu :p Bu gün ise kontrolüm var diye sabah akşam dişlerime özel zaman ayırdım, sevip okşadım :)

Diş bakımı konusunda doktorumuzun ısrarı ile kullandığımız malzemeleri değiştirdik. Bunlardan sırayla bahsedeyim:

Diş fırçası: ömrü hayatım boyunca klasik diş fırçası kullandım ve genelde çabuk çabuk özensiz fırçalardım. Doktor elektrikli fırça alın dedi ve tek fırça iki başlık alarak eşimle elektrikli fırçaya geçtik. Aman allahım nasıl fark ediyor anlatamam. Dişler gıcır gıcır temizleniyor. Biz doktorun tavsiyesiyle philips almıştık, bazıları düşünce falan hemen bozuluyormuş. E bir de hollanda markası ya ondan onu tavsiye etti herhalde :) Ancak gerçekten iyi bir fırçaymış, her modelde var mı bilmiyorum ama hem fırçalama hem de fırçalama + beyazlayma modu var.

Diş macunu: yıllardır sensodyne kullanıyoruz ama elektrikli fırça ile miktarı çok azalıyor. Fakat normal fırça ile fırçalarken bile sensodyne ile diğer macunlar arasındaki fark büyük. Diğerlerinde diş üzerinde bir tabaka kalıyor sanki, sensodyne ile daha temiz.

Mini diş fırçası: diş ipi kullanıyor musunuz? Ben yıllar öncd deneyip beceremeyip vazgeçmiştim ve hiç kullanmıyordum. Doktor diş ipinin yerine kullanılan aşağıdaki resimdeki mini fırçalardan almamızı önerdi. Kullanımı çok daha kolay. Kürdandan daha ince, ucu fırçalı ve floroidli, ayrıca esnek olan bu fırçayla, dişleri fırçaladıktan sonra, günde bir kez diş aralarını fırçalıyoruz. ( Tek fırça ile her diş arası temizleniyor, sonra çöpe atılıyor) Çoğu dişin arasına giriyor, girmeyenleri zorlamıyoruz. Normalde et falan kaçmadığı sürece diş aralarında yemek birikmiş olabileceğini hiç farketmezdim. Ancak öyle birikiyormuş ki. Her temizlikte çıkan ve kokan (ıyy) miktara şaşıyorum.

Ağız gargarası; günde bir kez yapmam gereken ama yine ihmal ettiğim ağız gargarasını ara sıra yapıyorum. Geçenlerde eşimin çıkamayan yirmilik dişi ağrı yapmıştı. Doktor bu gargarayı dişine şırınga ile sıkmasını söyledi ve böylece acılarını dindirdi.

Elektrikli fırçayı ve bulabilirseniz mini fırçaları şiddetle tavsiye ediyorum.

17 Ocak 2014 Cuma

Kaldı 1

Ocak 17, 2014 7 Comments

Tatil günlerimizi hızla yedik bitirdik. Dönüş için bir günümüz kaldı. Yarın babanneye geçeceğiz, pazar günü de öğle saatlerinde Sabiha Gökçen'den Amsterdam'a. Öyle karışık duygular içindeyim ki.

Ancak bu yazının konusu bu değil. 1 kalan şey tatil günleri değil sadece,  Helo'nun dişleri. 20 dişin tamamlanmasına 1 diş kaldı ki sanırım o da bir kaç gün içinde çıkar. Zira son üç dişi bir iki gün arayla falan çıktı.

Ah dişler ah, ne çektik ne çektik, her aklıma geldiğinde kocaman bir ah çekiyorum.

İlk diş 5 ay 5 günlükken çıktı, on gün sonra ikincisi. İlk dişte tüm ağız yara ateşten, daha minicik bebe kaldıramadı :(

Üst dört diş üç hafta içinde tamamlandı yedinci ayını henüz doldurmuştu çıktıklarında.

10,5 aylıkken azılar çıkar mı, dördü birden ardarda.

12,5 aylıkken ağzında tam 12 diş vardı.

13,5 aylıkken köpek dişleri çıktı çok ağır bir hastalıkla birlikte ki bu hastalık yüzünden emzirme dönemimiz sonlanmıştı :(

Çok iyi hatırlıyorum daha köpek dişleri çıkmadan önce arka azıları kaşıyordu parmaklarıyla. Boğulurcasına sokuyordu ellerini, o gün bu gündür bekliyorduk son azıları.

Şimdi 22 ay dolmasına birkaç gün kala çıktığına göre, nerden baksan 9 aydır uğraşıyoruz son azılarla. Zaman zaman tavan yapıyordu etkisi ki bu dönemlerde illa ki kendini belli ediyordu, yemesi uykusu altüst. Galiba damak içinde yavaş yavaş büyüyor dişler ve yüzeye ulaşamasa bile ağrı veriyor. Kaç kere elime geldi iğne uçlar fakat bir bakıyordum kayboluyordu. Galiba damak şişince tekrar içine gömülüyordu.

Bir de hasta oluyor bu dönemlerde, diş nezlesi diye biliniyor halk arasında. Bence hiç birşey yememesinden doğan bağışıklık çökmesi sebep. Daha kolay teslim oluyor hastalıklara. Bu kış boyunca beş hastalık geçirdi hepsi 15 gün süren. En sonuncusu da işte tatilimizin yarısını yedi :( Hastalık sonunda ne ara çıkmış da büyümüş anlamadığımız üç koca azı diş elimize yadigar.

Ah dişler ah. Her biri hiç kolay değildi dönemine göre ama bu son azılar gerçekten en zoruymuş, en beteriymiş. Neyse ki bitiyor...

15 Ocak 2014 Çarşamba

Perfect Fit Örgü Bere

Ocak 15, 2014 5 Comments
Geçen yıl biz daha Slovakyada iken, kafasında doğru düzgün duracak bir şapka arayışına girmiştim. Çünkü pusetinde otururken şapkasını düzeltmekten ilerleyemiyordum hiç. Oradayken yeni bir şey almak bizim için ekstra zor olduğundan, mecburen kendim nasıl yapabilirim arayışına giriştim. 

Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum fotoğraftaki gibi bir şapka ortaya çıktı. Tığ ile ördüğüm şapkanın kulak kısımlarını, hiç koparmadan örmeye devam ettim ve ön ve ense kısmında oyuntu oluşturdum. Kulak kısımları kafasını iyice kavramış oluyor ve şapka hiç dönmüyor.

Geçen kış bu şapkalardan on tane falan örüp hediye ettim. Bu yıl da altı tane ördüm. Ufak bebeklere örerken yüzde yüz pamuklu bebe ipliği kullanmış ve sadece ponpon yapmıştım. Daha büyük bebekler için ise üzerine tavşan baykuş hello kitty gibi figürler işledim. Yukarıdaki fotoğrafta 1. Foto Helo'nun kendi şapkası, 4. Foto hediye ördüğüm için daha ufak. 

Kısaca nasıl yaptığımdan bahsedersem, tepeden başlayarak trabzan ile örüyorum.  Alın bitişine iki parmak kala, alın ve enseden oymaya başlıyorum. Kulak kısmını trabzan devam ederken alın ve enseyi sık iğne geçiyorum. Kulak yeteri kadar uzun olmamışsa alın ve ensede son iki sırayı sık iğne değil de ilmek atlatma şeklinde ilerliyorum. Kulağın sın sırasında zincir çekip burgu yaparak bağcıklarını da örgü sırasında tamamlıyorum.

Bu şapka yeteri kadar sıcak tutuyor ama özellikle kabanların şapkalarının altına giydirmek için ideal. Trabzan örgüde kullanılan ipin iki katı kalınlıkta sonuç elde edildiği için çok kalın iplerde, kalın ve sert oluyor ve pek de hoş durmuyor.


11 Ocak 2014 Cumartesi

Çocuğunuzu YouTube İzlerken Yalnız Bırakmayın

Ocak 11, 2014 20 Comments
Kızım bir süredir telefon ve tabletten youtube'u açmayı ve kullanmayı biliyor. Genelde bu anlarda sürekli başındayım ama bugün aklıma gelen bir konu beni oldukça huzursuz etti.

Biliyorsunuz bir video izlendikten sonra, ilgili videolar diye öneriler oluyor yanda. Bu önerilen videolardan birini seçip açarak kendi kendine izlemeye devam ediyor bazen. Her açtığı videoya bakıyorum ama baştan sona onunla birlikte izlemeyebiliyorum. Bu gün yine seyrettiği videoya benzer başka bir video açtı. Ancak video önizlemesi olarak görünen görsel ile videonun alakası yoktu. Emin olamadım iki kere denedim yine aynı. Çok şükür ki kötü bir içerik yoktu ama belli ki popüler yayınlardan prim kazanmaya çalışan biri idi.

Tabi bunu görünce aklıma binbir şey geldi. Videonun önizleme görseli çocukların ilgisini çeken bir şey konarak, başlığına yine böyle çizgifilm isimleri yazılarak, çocuklar kandırılabilir ve aklıma getirmek dahi istemediğim içerikler konabilir, eyvah eyvah. Hemen görüp kapasan bile birkaç saniye bile görerek iş işten geçmiş olabilir.

Buna önlem olarak neler yapılabileceğine baktım kabaca. Google çeşitli filtreleme teknikleri sunuyor ama bunlar bahsettiğim mevzu için yetersiz. Zira konu, etiket ve kanal gibi şeyler için bu kısıtlama. Benim bahsettiğim durumda ise yalancı etiketler, isimler geçerli. Gerçi spam olarak bildirildiğinde gereğini yapıyorlardır muhtemelen ancak mesela diyelim çocuklar başında kimse yokken izlediler ve kimse farketmedi, spam olarak da fişlenemeyecek bu durumda.

çözüm olarak aklıma, sadece ailenin izin verdiği güvenli kanalları açan bir filtreleme uygulanması geliyor. İzinli kanallar dışında uygun veya değil her video engellensin. Böyle bir imkan olabilir mi diye daha derin araştıracağım. Bir sonuca ulaşırsam yeniden paylaşırım. Sizin bildiğiniz bir yöntem var mı?

Çok paranoyak olmak istemiyorum ama elimden geldiği kadar çocuğumu güvende tutmayı isterim tabi ki. Youtube için bunu sağlamanın tek yolu, ya tamamen izlettirmemek ya da sürekli başında olup videoları kontrol altında tutmak gibi görünüyor. Sizce?


9 Ocak 2014 Perşembe

Helo İle Diyalog Serisi Başlasınnn

Ocak 09, 2014 7 Comments
Benim bıcırık kızım artık konuşuyor teyzeleri. Tam 20,5 aylıkken başlayan ikili cümleleri, bir hafta sonra üçlülere dönüştü. Şimdi ise maşallah 4 lü 5 li Allah ne verdiyse sıralıyor. Hiç ama hiç susmuyor, başım çatlıyor bazen ama çok imrendiğim sohbetlerimiz de başladı nihayet. Dırdırından en çok nasiplenen ise  10 ay büyük kuzeni Egehan. Ege gel, Ege otur, tiyze Ege kaçtı, tiyze Ege ittiyiyo, Ege, Ege, Ege....

Genelde sohbetlerimiz daha çok eylemlere yönelik konularda olsa da İki gün önce babası gittikten sonra çok duygusal sohbetlerimiz oldu buraya yazamayacağım. 

Bu yazıya ilk diyalogumuz olduğunu düşündüğüm üç ay öncesine ait olanı yazmak istiyorum. Zamanla diğerlerini de ekleyeceğim ama bu arşivde yer almalı, zira her aklıma geldiğinde gülüyorum.

Helo, kapının arkasına saklanır ve ben kapıyı tıklatıp soruyorum

-tık tık tııık orda kimse vaaaar mı?
-baaaar
-kim var?
-anne !!

Ama çok haklı orda göreceli bir kavram aslında, onun için orda ben varım :))

8 Ocak 2014 Çarşamba

Ders Çalışırken Soruları Düşünmek Yeter

Ocak 08, 2014 5 Comments
Geçenlerde yeğenimin sınava çalışması için yardım ederken ders anlatmayı ne kadar özlediğimi farkettim. O günün gecesinde uykuların arasındaki boşlukta aklıma geldi; ben ders çalışırken çoğu zaman soruları çözmezdim, sadece düşünürdüm, ve o bana yeterdi.

 Bu söylediğim elbette çoğunlukla matematik, fizik ve kimya gibi işlem gerektiren derslerin soruları için geçerli. Sözel derslerde soruyu düşününce aklınıza gelenler, eğer bir mantık dizisi takip etmeniz gerekmiyorsa çoğunlukla sorunun cevabı oluyor. Oysa sayısal derslerde soruyu düşünüp anlamak, ardından işlemleri yapmak gerektiğinden, çözüme ulaşmak iki aşamayla mümkün. İşte ben de çoğu zaman işlemleri yapmayı es geçip (çok zaman alıyor çünkü) sadece soruyu düşünme işini yapardım. Tarih çalışır gibi okuyarak fizik çalışmak oluyor bu :) Böylece tüm farklı soru tiplerine hakim olurdum.

 Üniversitede öğrencilerin sınav kağıtlarını okurken, yöntemi doğru ama işlem sonucu yanlış olan kişilerden çok az bir puan kırdım hep. Son aşamadaki çarpma, bölme, sadeleştirme gibi hatalar benim gözümde fazla önem taşımıyor. Aslında hiç puan kırmaya bile değmez ama dikkatini düzgün toplayıp doğru yapan kişilerin hakkını yiyemezdim. Bu yüzden onlarla aralarında bir fark içermeli ve hata yapandan biraz not kırmalıyım. Buna karşın sadece sonuca bakıp yanlış ise sıfır vermek hiç doğru değil bence. Testler bu sebepten ötürü, öğrencinin neyi ne kadar bildiğini anlamamızı sağlamaktan çok uzak. 

 Fakat çözüm yolu yanlış olanlar en baştan sıfırı hakediyor. Çünkü bu kişi okuduğu soruyu anlamamış demektir. Günümüzde ne yazık ki, öğrenciler okuduğu soruda ne demek istendiğini anlama konusunda sorun yaşıyorlar. Soruda verilenler/istenenler ilişkisini kurabilmek şöyle dursun, sorunun hangi konuyla ilgili olduğunu bile anlamıyorlar zaman zaman. Bunun nedeni genelde okuma azlığı olarak belirtilir ama bence sadece o değil. Bu daha derinlemesine ele alınması gereken bir konu olduğundan şimdilik geçiyorum. Sorunun neyle ilgili olduğunu anlamama mevzusunu, Fizik için konuşursam, atıyorum soru, hareket konusu mu, basınç konusu mu hangi konuyu içeriyor, bunu anlamaktan bahsediyorum. 

 Ben ders çalışırken önce defterimdeki yazıları ve örnek problemleri tekrar eder, birkaç tanesini yeniden yazıp çözer, sonra da elime problem listesi alıp onları düşünürdüm yattığım yerden :) Evet genelde hep yatarak çalışırdım :) 

Şimdilerde ders kitapları fazla itibar görmüyor galiba, varsa yoksa defter ve öğretmenin yazdırdıkları. Hele yazdırmayan bir öğretmense o öğretmen kötü öğretmen oluyor :) Bu mevzuya şimdi girmeyeyim, dalarsam çıkamayacağım ama ders kitaplarını ikinci plana atmayınız lütfen. Özellikle ünite sonunda bulunan 20-40 soruluk testler veya alıştırmalar (önceden vardı hala vardır sanıyorum bu kısımlar) işte benim okuyup düşündüğüm kaynak sorularımdı. Eğer o sorulara cevap verebiliyorsanız, o üniteye hakim oldunuz demektir. 

 Elbette ki o kadar çok soruyu tek tek çözmeye bir gün önceden zaman yetmez (evet ben de tüm öğrenim hayatımda %99 bir gün önceden çalıştım). Size tavsiyem çocuğunuzla bu soruları (başka yerdeki sorular da olur tabi) çalışın. Soruyu okuyun, hangi konuya ait olduğunu sorun, soruda verilenleri hemen yanına yazın ( hacmi vermiş, kütleyi vermiş vs), neyi istiyor onu yazın (özkütle=?), hangi formülü kullanacağız, birimler dönüşecek mi bunları düşünmesini sağlayın. Ve kendi kendine tekrar ettirin. Bu soruda bana bunları verdi, şuradan bunları bulacağım diye tekrar etsin. Her soruyu böyle okuyup düşünerek, çözmeseniz dahi üstünden geçmeniz yeter. Bu sayede farklı tipte soru şekillerini de görmüş ve aslında hepsinin aynı olduğunu, ortak noktalarını farketmiş olacak.

 Bu yöntemi ilkokul çocuklarına dahi uygulayabilirsiniz. Önce bir süre siz yönlendirirseniz, sonrasında kendi başına çalışmayı da öğrenecektir. Fakat en önemlisi sadece okuldaki sınavlar için değil, hayatta karşısına çıkan problemleri çözümlemeyi öğrenecektir. Bu hiç de hafife alınacak bir durum değil, ne yazık ki " hayatta karşılaştığı problemlere doğru yaklaşamayan, sebebini alakasız şeylere bağlayan, ilgisi olmayan şeyleri suçlayan ve dolayısıyla çözüme ulaşamayan/çözümü yanlış yerde arayan " insanlardan bolca var etrafta.

Atölye Radika

Ocak 08, 2014 6 Comments
Çok iyi hatırlıyorum tatil için İstanbul'a gelmemizden bir gün önceydi ve valiz hazırlamakla meşgulken bir mail geldi posta kutuma. Atölye Radika'dan gelen bu mailde bana bir yeniyıl hediyesi göndermek istediklerinden bahsederek adresimi istiyorlardı. Doğrusu önce bir şaşırdım, bu tipte bir maili bu güne kadar neredeyse hiç almadım ve beni tercih edeceklerini hiç ummazdım :) Bunun bir sebebi bu tip organizasyonlara çok sıcak bakmamam da olabilir. Blogumda kimseden teklif almadan tamamen kendim deneyerek memnun kaldığım şeyler hakkında yazdığım birkaç tanıtım yazısı haricinde hiç tanıtım yazısı yazmadım ve genel olarak bu durumdan kaçınıyorum. Bu bloguma reklamları dahil etmek istemiyorum.


Doğrusu Atölye Radika'nın mesajını alır almaz web sitelerine gittim. Eğer içime sinmeyecek bir durum olursa, taleplerini reddedecektim. Fakat siteye girince resmen içim gitti. Bir Yastıkta için yazı araştırırken hissettiğim duygular geri geldi. Bir süredir bu türde araştırmalar yapamaz olduğum için, eskiden hep yabancı sitelerde gördüğüm o hayranlık uyandıran tasarımların ülkemizde de başlamış olması beni çok heyecanlandırdı.


Sitelerinde gezdikten sonra ilk defa birine evet paketinizi istiyorum diye çekinerek bir cevap yazdım. Daha önce yazdığım tüketmeme hastalığı isimli yazımda bahsettiğim "canımın çekmemesi" hissi o an için kaybolmuştu. Acaba bunun sebebi alış veriş mekanlarından ırak yaşamam mı diye düşünmedim değil. E görmeyen nefs istemiyor elbette :)


Paket yılbaşından önce kargoya verilmesine rağmen pek sevgili (!) Yurtiçi kargo oldukça gecikmeli bir teslimatla bugün getirdi. Üstelik üzerine kırılabilir ibaresi konmasına rağmen kırılmış halde :( Paketi görevli gidince açtığım için gereğini yapamadım ama çok üzüldüm. Öyle güzel bir emek verilmiş ki, çok kızdım böyle dikkatsiz olmalarına ve o emeğin heba olmasına :(


Sadece hediyeler değil ayrıntılar da çok ince düşünülmüştü. Her bir hediyede ufak notlar vardı. Kırılmış olan içi şeker dolu kapaklı bir cam kavanozun boynundaki künye ile; NEŞE,


Birkaç tarçın çubuğu, mis gibi kokusuyla bize SAĞLIK diliyor, 


Ferahlatıcı kokusuyla şık paketindeki lavantalar etrafına HUZUR yayıyor,


Çam kozalağı şeklindeki mum romantik ve SEVGİ dolu anlarımıza ortak olmak istiyor,


Çok ihtiyaç duyduğum halde almaya henüz fırsat bulamadığım not defteri ise BAŞARI temennileri sunuyordu.

Üstelik bugün kızımla ilgili mutlaka not etmek isteyeceğim bir anı yaşayınca, kendi günlüğünü de yanıma almadığım için bu defter kızımın günlüğü olarak hizmete başladı bile.

Çalışmalarından bir derleme yapmadan edemedim, her bir çalışma öyle özenli ki görselleri incelemekten postu tamamlayamadım. Gündüz başladığım yazı bu saate kaldı düşünün. O kadar çok     fotoğraf kaydetmişim ki.


İletişim bilgileri ise şöyle
Instagram @atolyeradika

Bu arada ben bilmiyordum, Radika, karahindiba diye bilinen çiçeğin bir diğer adıymış. Zaten çok sevdiğim bir çiçekti, logolarına da bayıldım. Kendilerine bu güzel hediyeleri ve ince fikirleri için yeniden çok teşekkür ediyorum. 

Sevgiler

3 Ocak 2014 Cuma

Bizden Haberler ve Kitap Tavsiyesi : Güneş Çavması

Ocak 03, 2014 32 Comments
Bu yılbaşında ailemle bir arada kalabalık içinde kutlamak istemiştik ama kısmet işte aynı yerde olsan da ayrı olabiliyormuş insanlar. Her yılbaşında yaptığımız çılgın eğlencelerin hiç birini yapamadık. Bunlar dert mi hayır değil elbette, aklım fikrim kızımda iken başka bir şey yapma hevesinde olamazdım zaten.

 Günlerdir hastalığı sebebiyle baygın olan Helo, yılbaşı günü neredeyse tüm gün uyukladı, tüm gece onun yanında ayrı bir odada oturdum. Yeni yıla girdiğimizi bile farketmedim. Sık sık öksürdüğü için hiç rahat uyuyamıyordu (şimdi azalsa da hala devam ediyor ) ve ben de onu hiç yalnız bırakmadım, bağrını yırtan öksürüklerine çare olamamaktan kahroldum, sadece göğsüme yatırıp sıkı sıkı sarıldım, durmadan dua ettim ve daha zor şartlar altındaki anneleri düşünüp durdum... Yavrunun hasta olup da elinden hiç birşey gelmemesi öyle büyük bir kalp sızısı ki, daha büyüğünü idrak edememene ve sürekli şükretmene vesile oluyor. Allahım sen tüm evlatları koru.

 Kızımın yanında oturduğum günler ve geceler boyunca yaptığım tek şey kitap okumaktı. Öyle bir kitap çıktı ki karşıma zamanlamasının uygunluğundan mı yoksa gerçekten harika bir kitap oluşundan mı (diğer yorumlara bakılırsa öyle) beni öyle sardı ki, kafamda sadece kızımın ve kitabın olduğu hayal-gerçek karışımı bir hafta geçirdim. Kitap insanı içine döndürüyor, kahramanların karakterlerini okurken kendini sorgulatıyor ve bence asıl önemlisi kendimle ilgili çok şeyi çözümlediğimi sandığım halde -ki buna gerçekten zaman ayırır ve kafa patlatırım- bana hiç düşünmediğim bakış açıları sunuyor.

 Sizde de öyle olur mu bilmem, kitap okurken doğru zamanın gelmesi diye bir durum var. Bir kitabı farklı zamanlarda okuyunca farklı tadlar alırsınız. Tabi bir kere okunan kitaplar için bu ayrıma varmak zor ama onu da kitabın bizi sarıp sarmamasından anlarız. Akıcı şekilde ilerlemez, sıkılırız. Ben genelde bitirmeye çalışırım (yarım bırakamama gibi bir takıntım var) ama çevremde beğenip tavsiye ettiğim kitapları okumakta zorlanan biri olursa, onlara bu kitap için zamanın gelmemiş derim. Kendim ise, genelde bir kitabın içine kolayca dahil olduğumdan olsa gerek sıkılmadan okuyabilecek bir yol geliştiririm. Bunlar en teknik kitaplar olsa bile benim için sorun değil. Diğer yandan bir kitabın oluşturulmasındaki emeğin ne kadar büyük olduğunu kafamda canlandırabiliyorum ve en azından bu emeğin hakkını vermek istiyorum. Düşünsenize belki yıllar sürüyor yazılması ama bizim ona ayırdığımız birkaç hafta (saatleri sayarsak belki 3-5 saat) çok geliyor. Elbette ki yazılan her kitabı okumak mümkün değil fakat nedense bir kitapla yolumun kesişmesinin biraz mistik bir olay olduğuna inanıyorum. Aslında hayatımızdaki her olayda olduğu gibi.

 Lafı çok uzattım ama bahsedeceğim kitapla karşılaşmam da bence tesadüfi değildi. Geçenlerde yazdığım e-kitaplarla ilgili yazıma gelen bir yorumda, bir blog arkadaşım, kendi arkadaşının bu kitabı yazdığını ve internette e-kitap olarak bulunduğunu söyledi. O yorum gelmeseydi ben bu kitabı hiç bulamayabilirdim belki de bilmiyorum. Hemen bakamadım o sıra tatil hazırlıklarımız vardı ama başladığımda ise kopamadım, kızımın hastalığından ötürü mecburen elde ettiğim zamanlarda kesintisiz okudum ve yaklaşık 500 sayfalık ilk kitabı bitirip, ikincisini yarıladım. Ve kayboldum...

 Çok kitap okurum ama tavsiye ettiklerim fazla değildir. Fakat bu kitabı herkes okumalı, kesinlikle HERKES OKUMALI. Genelde bir kitabı okurken, olay ne kadar sürükleyici olursa olsun, sizi içine ne kadar çekerse çeksin, okuyunca biter bu durum. Fakat bu kitapta öyle değil, kitabı okurken kendi içinize yolculuk yapıyorsunuz ve çok şey farkediyorsunuz. Yani bende öyle oldu. Yazar kendi hakkında pek bilgi vermemiş, çok merak etmekle birlikte hayranlık da duydum. Eğer bu yazımı okursa, kendisine çok teşekkür ediyorum, bana çok şey kattı, minnetimi nasıl anlatsam bilemiyorum.

Kitaptan bazı kısımları alıntı yapmak istedim fakat o kadar çok ki altı çizilecek yerler, ayırmak zor. Diğer yandan okurken öyle dalmış oluyorum ki not etmeyi bile unuttum çoğu zaman, geri dönüp buldum yeniden.

 Son olarak e-kitaplarla ilgili düşüncemi söylemek istiyorum. Genelde e-kitap okumak hırsızlık veya emeğe saygısızlık gibi algılanır. Parayla satılan e-kitapların olduğunu da hatırlatayım ama bedava olanları da okuyanların yine kitap severler olduğunu düşünüyorum. Kitap okuyan kişiler her kitabı okur, basılı olanı da olmayanı da ve para vermekten çekinmez (şahsen ben kitaba çok para harcarım ve acımam da) ancak okumayan kişiler bedava da olsa zaten okumaz. Dolayısıyla eğer kitabı okuyacak ise doğrusu o hırsızlığı affedilebilir görüyorum. Yeter ki okusun insan. Diğer yandan bu kitapları toplayıp reklamları doldurup site/blog açan ve haksız kazanç elde etmeye çalışanlar oluyor. Bilinçli bir internet kullanıcısı olarak bu siteleri farkedip itibar etmeme konusunda duyarlıyım. Bundan başka mesela önceki yazımda verdiğim linklerden biri yayınevinin sitesiydi. Bazı yayınevleri kitapları ücretsiz e-kitap olarak sunuyor ve aynen bu yazıda bahsettiğim yazar gibi kendi kitabını bedavaya sunan yazarlar var. Neden bazı yazarların böyle yaptıklarını bazılarının yapmadıklarını bilemem, onlara sormak lazım fakat ben kendimi bedava veren yazarlara yakın hissediyorum çünkü ben de olsam öyle yapardım.

 Güneş Çavması'na gelecek olursak, bu kitabı e-kitap olarak okudum ama mutlaka elimin altında bulunmalı diyorum şuan. Ara sıra bakmalıyım, tekrar tekrar okumalıyım ve ilk fırsatta satın alacağım.

Siz de bu adresten okuyabilirsiniz: http://dokundum.com

Sitede kitap bölümünde kitabın birinci ve ikinci kısımları verilmiş. Videolar bölümüne ise inanamadım çünkü kitapta yer yer fonda çalan şarkılardan bazı fikmlerden bahsediliyor, bunlar sırayla listelenmiş. Büyük bir emek bayıldım.

Şimdi kitaptan altını çizdiğim bölümler:

 “Zaten bir tane aşk tarifi de olmaz! Şimdi... Sardunya toprakla buluştu mu, su vermesen de coşar... Güle su lazım... İnce ince ilgilenmek lazım... Petunyaya ne yaparsan yap yaz sonuna doğru ölür...” Handan ilgiyle dinliyordu adamın açıklamalarını. “Papatyalar da sardunya gibidir mesela... Begonvil çoook güzeldir ama sert bir kışı atlatamaz... N’aparsan yap, atlatamaz işte... Yani... Aşk dediğin, insanın toprağının nasıl olduğuna... Başına neler geldiğine bağlı...” Çayından bir yudum aldı ve “Hangi çiçeğe benzediğine bağlı... İki insan bir araya geldiğinde topraktan ne çıkacağına bağlı...” diyerek bitirdi konuşmasını.


 Kendini başkalarından bilme! Başkalarının övgüsüyle sevinen, başkalarının yergisiyle de yıkılır! Kendine uğramadan gitme bu dünyadan!


 İnsanların ona ya da başkalarına davranışı çok önemli değildi artık... Bir insanın, kendi kendine nasıl davrandığına dikkat ediyordu... Sadece buna dikkat etmenin, insanlarla ilişkisinde büyük rahatlık sağladığını gördü. Bu, anlaşmazlıkları, probleme dönüşmeden fark etmesini sağlayan bir noktaydı. Yalnızlık üzerine, herkesle uzun uzun sohbetler etti. Neden insanlar yalnız kalınca hüzünlü ve kederli duygular içine giriyordu? Kederin sebebini keşfetti: İnsanlar yalnız kalınca, kendileriyle geçinemiyorlardı. O zaman, dedi kendi kendine, kendisiyle geçinemeyen birisiyle benim ne işim, ne türlü bir ilişkim olabilir ki? 


 “Bir insana bir şeyi veya kimseyi sevmeyi öğretemiyorsanız, sevmemeyi de öğretemezsiniz... Dolayısıyla, ders kitaplarından çıkarıldı, eyvah Atatürk’ü kimse sevmeyecek diye endişelenmenize gerek yok... Atatürk bundan böyle daha çok önemsenecek... Daha bilinçle öğrenilecek insanlar tarafından... Eskiden okullarda öğretildi de n’oldu? Bakın bu günlere geldik... Şimdi internet diye bir şey var. Herkes her şeyi öğrenir, merak etmeyin... İnsana güvenin biraz... İnsan öğrenir ve doğal olan duygu gelişir içinde... O da, Atatürk’ü sevmektir...” Bu bakış açısı diğerlerinin çok hoşuna gitti. Adamlardan biri gülümseyerek, “Doğru söylüyor galiba bu genç” dedi. Kadın tatmin olmamıştı, alaycı bir ifadeyle sordu. “Demek artık gençler, İnternet’te Atatürk’ün resmine bakıp seviverecekler, öyle mi?” Mecnun ciddiyetle cevap verdi. “Hayır! Öyle olmayacak! Ülkenin tarihini merak eden açıp okuyacak... Tek kaynaktan okumayacak tabii, binlerce kaynak var... Okuyan da, beyinsiz değilse, çıkarcı ya da satılmış değilse... Atatürk’ün... Bir ülkenin, kurtuluş mücadelesinde yer alan herkesi ama herkesi simgeleyen bir kahraman olduğunu görecek...” Kimse bir şey demeyince devam etti Mecnun. “Bu ülkenin tarihinin, en güzel köşeye, baş köşeye oturtmuş olduğu, kahraman bir komutandan bahsediyoruz... Olaylar... Savaş... Haklı bir mücadele... Ve ölen binlerce insanın simgesi olması, onu ülkenin baş köşesine oturtmuştur zaten... Hem de bağdaş kurmasını beklemiş ve öyle rahat oturtmuştur... Norveç’ten Avustralya’ya kadar, her ülkenin gıpta ettiği bir simgeden bahsediyoruz... Hepsini bırakın: Sadece ve sadece sevginin sağlayabileceği bir zaferden bahsediyoruz... Atatürk, o sevginin ta kendisidir... Kitaplardan çıkartılmış da... Atatürk unutulacakmış da... Seveni kalmayacakmış... Geçiniz... Yeter ki onu şu her yerinden pislik fışkıran siyasetten uzak tutunuz...” Mecnun bu sırada Handan’ın geldiğini görünce Ece’ye eliyle işaret etti. Kadın, onun gideceğini anlayınca, son ve en önemli cümlesini de söyledi. “Bunlar güzel konuşmalar elbette... Ama... Şeriat gelirse görürüm ben sizi...” Ece gelip Mecnun’un yanında durdu ve Mecnun kaşlarını kaldırarak cevap verdi. “Zor be!” Kadın hemen diklendi. “Niye zor olsun? İran’a bakınız...” Mecnun masaya eğildi ve bir sır veriyormuş gibi gözlerini kıstı, sesini alçalttı. “Ülkelerin toprakları vardır... Bedeni... O bedenin de elbisesi vardır... Şeriat de bu topraklara... Bu ülkenin bedenine...” Eliyle göstererek sürdürdü konuşmasını. “Bir değil... Beş değil... On değil... Tam bin dokuz yüz yirmi üç beden ufak gelir...” dedikten sonra, herkese iyi günler dileyip Ece ile Handan’ın arabasına bindi ve uzaklaştılar. 


 Ananem hep şöyle derdi bana: Kalbini sıkmadan yaşa Handancım, bir şeylerin sana baskı yaptığını hissettiğinde, hemen son sahneyi düşün... Ölüm... Bu hayatta hiçbir şey ama hiçbir şey kalbine yük ettiğine değmez... Ne okul, ne iş, hattâ ne de aşk... Seni sıkan, seni üzen, sana kötü hissettiren ne varsa, yavaşça ordan uzaklaş... Kendini, hataların da dahil, hiçbir şey için suçlama... Kimseyi de suçlama... Hayatta insanın işleyebileceği tek gerçek suç, mutlu olmamaktır...”


 "İnsanların ezici çoğunluğu kendini tanımaz... Acı çekmeyi beceremez... Kendini tanımadığı için, beceriksizliklerine... Meselâ, acı çekmedeki beceriksizliklerine, bir dolu kılıf bulur... Üzüntü adı verir... Kimi kendini alkole verir meselâ... Adını şey koyar... Unutmak için içiyorum... Şimdi sen manyaksın asıl, Güneş’i unutmaya çalışıyorsan... İnsan ablasını niye unutmak ister? Ha, diyeceksin ki, ben onun öldüğünü unutacağım... Yok böyle bir şey kardeşim! Ölümü unutmak, ölümü düşünmemek, ölümü bilmem n’apmamak... Yok böyle bir şey... Ölüm kelimesi bir fiille kullanılacaksa, o fiil sadece ve sadece kabul etmektir... Sen ablanın öldüğünü kabul et önce! Çünkü kabul etmezsen... Gidip içersin... Başka türlü bir çok yol bulursun zırvalayacak... Ama ne faydası var? Güneş öldü...”