29 Nisan 2011 Cuma

Yazsam Yazsam Ne Yazsam

Nisan 29, 2011 2 Comments
Biraz önce cep telefonumun bağlantı kablosunu aradım, resimler eşliğinde güzel bir yazı yazmaktı amacım ama yok bulamadım. Herhalde evde unuttum. Hangi evde ben de bilmiyorum. Şu an Slovakya'daki evdeyim de...

İki hafta önce okulda sınav dönemi başladı. Normalde iki haftaya yayılmış olan sınav görevimi bir haftaya sıkıştırmalarını rica ettim ve ikinci hafta da yıllık iznimden alıp 2 aydır ayrı kaldığım kocamın yanına geldim. Bu pazar dönüyorum yine. İlk hafta sabahtan akşama kadar sınava girince bayağı bir yorulmuştum. Ama bu yorgunluk fiziksel yorgunluktan çok kafa yorgunluğu. Daha doğrusu hiç bir şey yapmama yorgunluğu.

Bizim sınavlarımız 1.5 saat sürüyor ve gözetmenlerin sınavda herhangi bir şeyler meşgul olması yasak. Boş boş duruyorsunuz. Ve sabah 9 dan akşam 5 e boş boş durunca insan aptallaşıyor. Yani en azından bana öyle oldu, hiç bir şey yapmadan durmak benim için çok zor.

Neyse geçen hafta sonu buraya geldim ve kocacım paskalya bayramı iznini de kullanarak 3 günlük bir tatile götürdü beni. Buraya (Kosice) bir buçuk saat uzaklıktaki Poprad şehrine. Kışın Tatra dağlarıyla kayak turizminin merkezi olan şehir yaz turisti de çekmek için bir Aqua City kurmuş şehre. Aman allahım o kadar büyük ve güzeldi ki. Çok lüks olmasına rağmen inanılmaz ucuz. Türkiyede böyle bir yere gitseniz günlük en az 250 tl gözden çıkarmak gerekir. Burda ise (işte burası http://www.aquacityresort.com/en/) Burda ise en pahalısı günlük sınırsız hizmet (ki bunlar, sauna, solaryum, bitkisel banyolar, termal havuzlar, kayaklar, diğer eğlenceler, 3 çeşit havuzun hepsi, olimpik havuz, fitness merkezi vs... yani orda yer alan tüm imkanları sınırsız kullanımı) tüm gün için 23 euro ki bir otelde kalırsanız (civar otellerde ) yüzde elli indirim uygulanıyor. Bunun dışında mesela sadece olimpik havuz + fitness + çocuk havuzu tüm günlüğü 3.5 euro.

Bu kadar ucuz ya insan kalitesiz bir yer olduğunu düşünebilir ama öyle değil, neden bizde yok diye düşünmeden edemiyorum.

Neyse... İstanbul'da havayı çok kötü bırakmıştım, annem hala kaloriferleri yaktığını söylüyor. Burda ise geldiğim günden itibaren hava çok sıcak. 20 derecenin üstünde sürekli ve ben tamamen yazlık giyinmeye başladım. Camlar sürekli açık, heryer o kadar yeşil ki. Çok güzel olmuş buraları. Kışın gördüğüm için bilmiyordum Ağaçlar çiçekli, yollar çiçekli, hava mis gibi inanılmaz güzel. Şimdi dönünce nasıl olacak merak ediyorum ve ne giyeceğimi kestiremiyorum giderken.

Eşim buraya ilk gelirken, uçaktan inip servis ararken bir Türke raslamış. Normalde tüm ülkede bir elin parmaklarının sayısını geçmez türkler. Büyük bir şans eseri karşısına çıkan bu kişi eşime çok yardımcı olmuştu bilmediği bir yer olduğu için. Onlar bize yarım saat uzaklıktaki Presov şehrinde yaşıyorlar ve Colins mağazasıyla dondurma dükkanları var. Ben geldiğimden beri hiç ziyaret etmemiştik, tatilimizden dönerken onlara da uğradık. Dondurma dükkanında dondurma yapılışına şahit oldum ve fotoğrafladım, daha sonra bahsedeceğim tekrar. Her çeşit dondurma yapıyorlar ve hepsinin de tadına baktım, çok değişikler de vardı.

Son üç gündür de eve kapadım kendimi, blog tasarımları yaptım hala da yapıyorum. Biraz evi temizledim, biraz yürüyüş yaptım. Uçağım pazar günü ama ilk defa Viyana'dan döneceğim, bundan önce hep Budapeşte'den gidip geliyordum. Kosice'nin havaalanı var ama her yöne uçuş yok kısıtlı uçuşlar. Neyse ilk defa Viyana'ya giderken yataklı vagonla gideceğim için merak ediyorum, ardından da çok kısa da olsa Viyana'yı göreceğim. Eşim daha önce yataklı vagon kullanmıştı, bu sefer de beraber gideceğiz bakalım nasıl olacak. Tren yolculuğunun çok keyifli olduğunu söylemiş miydim :)

26 Nisan 2011 Salı

Wordpress ve Blogger Teması :Pasta Hikayesi

Nisan 26, 2011 4 Comments
Yazacak anlatacak çok şeyim var ama bugün tüm günümü blog tasarımına ayırdım. Yarım kalan ve bitmesi için beni bekleyen arkadaşlarımı daha fazla bekletmemek için çalışıyorum.

Sevgili Tuba ile ne zamandır yazışıyoruz ben bile unuttum. Önce blogger ile başladık, tam tema bitmişti ki blogger engeli geldi. Sonra haliyle wordpress düşündü. Bu aşamada Tuba ile birlikte daha önce tama yaptığım bir çok kişi temalarından memnun oldukları için aynen wordpressde kullanmak istediler. Uzun zaman önce wordpresse de girsem diyordum ama zaman ayırmıyorudum. Doğrusu bu engel canımı sıktı falan ama, mecbur kaldığım için wordpressi de öğrendim. (Türk huyu işte, yumurta kapıya dayanmadan olmuyor illa ki..)

Neyse efenim nihayet wordpressi de çözdüm. Her türlü temanız itinayla yapılır. :)

Tuba'nın önce blogger için tasarladığım ardından (burada blogger taslak halini görebilirsiniz) aynen wordpresse taşındı. E biraz sinirlerimi hoplattı ama sonunda oldu. Ben gözüm kapalı blogger kodlarında gezinirken, wordpress beni biraz yordu ama üç aşağı beş yukarı kendisiyle ortak bir noktada buluştuk vesselam.


E hadi buyrun Pasta Hikayesi

p.s: henüz facebook ve izleyiciler eklentisi yer almıyor. En kısa sürede onlar da tamamlanacaktır.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Şah ve Sultan

Nisan 18, 2011 9 Comments
Son yazımda kitap okumalarımın tavan yaptığından bahsetmiştim. Şu an elimde bitmesine kıyamadığım, okurken tüylerimin kabardığı, edebi dilinin içinde eski hatıralarımı canlandırarak, büyük bir keyifle okuduğum bir kitap oldu bu. Bitmesini istemiyorum ama merak da ediyorum. Tüm kitaplarımı birilerine verir dağıtırım ama bunu paylaşmak istemiyorum, beni o kadar etkiledi ki son zamanlarda okuduğum kitaplar içinde "işte bir kitap böyle yazılır" diyebileceğim kadar güzel kaleme alınmış.

Elbetteki bu düşünce kişiye göre değişir. Çok okuduğumdan en ağır kavramsal kitapları, en edebi betimlemelerle dolu kitapları dahi sıkılmadan okuyabiliyorum. Hepsinden zevk almayı, neyi nasıl okuyacağımı öğrendim. Son zamanlarda ablamlarla tartışmalarımız da bu yönde. Okuduğum bazı kitapları sıkıcı, ağır, gereğinden fazla uzatılmış bulabiliyorlar. Ama bana hiç öyle gelmiyor ki bu dünya klasiklerini okumuş olmamdan sanıyorum.

Şah ve Sultan da divan edebiyatından manzumeler içeren, sıcacık bir anlatım diline sahip, ama edebi yönden nesir kısımları da oldukça kuvvetli. Divan şiirlerini ne kadar da özlemişim, Yavuz Sultan Selim'in şiirlerini ne kadar az biliyormuşum diye düşünüyorum okurken. Lise yıllarımda çokça haşır neşir olduğum edebiyatla, bilimsel kimlik kazanmamla birlikte uzaklaşmışım ama anladım ki yok ben hala aynı derecede edebiyatı seviyor, iyi yazılmış şeyleri farkedebiliyorum.

Okul yıllarımda her ama her dersi ilgi ve sevgiyle öğrendim. Şimdi binbir zorla ders çalışmak isteyen yeğenlerimi anlamakta güçlük çekiyorum. Benim için resim de matematik de aynı öneme sahip oldu her zaman. Resim benim için kolay bir ders değil, kendine has tekniklerinin olduğu, sürekli öğrendiğim bir dersti. Matematik zevkliydi, fen merak uyandırıcı, beden bedenimin sınırlarını keşfettiren, coğrafya hayaller kurduran... Benim için hepsi çok güzeldi. Şimdi düşünüyorum da, şu anki mesleğim biraz kader ama buna tamamen zıt bir meslek de olsa yine aynı şevkle yapardım.

Ve İskender Pala, öncelikle itiraf etmeliyim ki, yazarını tanımadığım için ve hatta Muhteşem Yüzyıl dizisinin çıkmasıyla rafta çoğalan Osmanlı tarihiyle alakalı kitaplardan biri sanıp çekimser davrandığım için özür dilemeliyim. Ardından Moonish'te tavsiyesini görüp, hiç düşünmeden aldım ama Moonish başlarda pek keyifli bulmamıştı. Bense daha ilk bölümün manzumesinde tav oldum. Okunacak ve kütüphanede yer alması gereken kitaplardan. Ve Çaldıran Savaşı'nın tarih derslerinde verilen yeri ve zamanı bilgisiden çok daha fazlası olduğunu öğreten kitap. Elimdeki üçüncü baskı belki ben çok geç kaldım ama okumayanlara şiddetle tavsiye olunur.

14 Nisan 2011 Perşembe

Bir Varım Bir Yok

Nisan 14, 2011 3 Comments

Bugünlerde birçok diğer blogger gibi ben de bir görünüp bir kayboluyorum. ne oldu bize böyle, ne hallere geldik. En kötüsü de uzun sürdüğü için bu kapatma süresi, herkes yavaş yavaş soğumaya başladı bloglardan, bir de yaz geliyor, çiçekler böcekler insanlar dışarılara çıkacak, iyice kopmaya başlayacağız.

En son rehavetli yazılarımdan sonra kendime gelmeyi başardım ama bu dinlenerek olmadı, aksine Allah bana "al bakalım dertlenecek zamanın var demek ki bir de böyle yaşa" der gibi inanılmaz yoğun günlere girdim. Dün akşam erkenden sızmıştım ve bugün uzun zamandan beri ilk boş günüm yuppi.

İki elim kanda olsa Bir Yastıkta için yazı koyardım illaki ama onu bile koyamadım. Günler bu kadar yoğun olunca, zaman çok yavaş akıyormuş. On günde yapılacak kadar işi iki günde yapınca o kadar uzun geliyor ki gün, ancak iyi yanı, listedeki checklerin çok hızlı artması oldu. Bu yoğunlukta bazen hiç yetişmeyecek dediğim şeylerin yine allahın yardımıyla çarçabuk oluvermesi de ilaç gibi geliyor insana, nitekim işe girişmeden sonuç alınmıyormuş, illaki başlamak lazımmış. Bunları biliyor insan ama hayretler içinde kalarak yaşayınca daha bir anlaşılıyor.

Ce ile ayrılığımız günden güne artan bir özlemle devam ederken, bir haftalığına da olsa yanına gideceğim düşüncesi ile bugün enerjimi fulladım. Ancak öncesinde iki haftalık sınav görevlerimi bir haftaya sıkıştırdığım için, sabah 9 dan akşam 6 ya kadar sınava girdiğim zaman ne yapacağımı da bilemiyorum. Bakalım vücut dayanacak mı. Maratona hazırlanır gibi doping yapmalıyım belki de :)

Dün DHL ile Macaristan'a bir kargo gönderdim, sadece birkaç yapraklık evrak. Anacım ne pahalıymış öyle 70 euro dedi. Wizz eyirle o fiyata gider dönerdim valla. Cuk diye içime oturdu ama napalım mecbur kaldık.

Bütün bu yoğunlukta hiç aksatmadan sürdürdüğüm tek şey kitap okumak. Her hafta yaklaşık 300 sayfalık 3 kitap bitiriyorum. Okuduklarımı hiç listelemedim ama bir ara gözden geçirip yazıcam. Kitapları okuduktan sonra, sırayla tüm familya üyelerine okuttuğum için ( sorularımla da okumak zorunda bıraktığım için) ailecenek okuyoruz bu aralar. Hele maşallah 66 yaşındaki annem de benim okuduğum her kitabı benim hızımda okuyor. İşte bu yüzden kitaplarım okuduktan sonra kimlerde kalıyor hiç bilmiyorum, ablamda mı, yeğenimde mi annemde mi. Bir ara kimler neyi okumamış ayırdıktan sonra hepsini toplayıp bir kütüphaneye vermem gerekecek, zira hiç yer kalmadı.

Sevgiler

7 Nisan 2011 Perşembe

Wordpress'li Günler

Nisan 07, 2011 2 Comments
Biliyorsunuz bloggerın engelinden sonra ne yapsak ne etsek diye bir telaş başlamıştı. Öncelikle daha önce tasarım yaptığım kişilerden olmak üzere bir çok kişiden mesaj aldım, taşıdım ve taşıma işlemlerim devam ediyor.

Bunlardan ilki benim blogum olan Bir Yastıkta oldu. Bu site için eklemeyi düşündüğüm bazı eklentiler daha olsa da genel olarak tasarımı bitti ve yazıları yayınlamaya başladım. Bu arada wordpressi kullandıkça da sevmeye başladım çünkü çok zengin uygulamalara sahip. Bazı şeyleri zamanla daha iyi kavrayacağım ama genel olarak anladım sayılır.



İkincisi ise Kayra'nın annesi Elif'e daha önce yapmış olduğum Parti Tükkanı tasarımının yeni adla alındığı hosting üzerine taşınması. Yeni adı Partili Günlerimiz oldu. Bu sitede sidebar eklentileri henüz bitmedi ama genel olarak bitti.

Bu süreçte en çok sorulan sorulardan biri özel hosting mi wordpress sunucuları mı şeklinde. Daha önce yazdığım yazıda Bir Yastıkta için Blue Host'tan hizmet aldığımızı söylemiştim. Ancak hem nispeten pahalı olması nedeniyle hem de İngilizce olması sebiyle Türkiyede hosting firmaları araştırdım ve bunardan Turhost'u türkçe wordpress destekleyen bir firma olarak önerdim. Elif'in sitesini oraya kurduk. Başlangıç paketi bir blog yazarı için yeterli olur ve firmanın destek bölümü oldukça hızlı çalışıyor.Üstelik Türkçe wordpress kurulduğu için de kumanda paneli gerçekten daha kolay kullanılabiliyor.

4 Nisan 2011 Pazartesi

Tezimden Geriye

Nisan 04, 2011 11 Comments
Biliyorsunuz geçen hafta bugün tez savunmamı yapmış ve geçmiştim. Tez bittikten sonra hayatımdan bu üç harfli kelimeyi çıkaracak, kelebekler kadar özgür olacak, yepyeni bir başlangıç yapacaktım. O kadar çok hayalim vardı ki artık üzerimden büyük bir yük kalkmış olacaktı.

Bitti bitmesine de hiç öyle olmadı. İlk gün akşamına kadar olayı idrak edemedim. İkinci gün biraz anlar gibi oldum ama pek neşesizdim yine. Üçüncü dördüncü gün derken ben hala kendime gelemediğimi görüyorum bugün. Hafta sonu özellikle her an ağlayacakmış gibi ruh hallerinin, dalıp dalıp gitmelerin ardından kendime bir bakayım dedim, içime daldım.

Ve gördüm ki hala rahat değilim. Hani üniversite sınavına bir yıl boyunca çalışırsınız da bittiğinde boşluğa düşersiniz ya öyle ama daha da büyüğünden bir ruh hali içine girmişim. Son aylarda yüreğime işlenmiş korkuları üzerimden atmak için belki de bir terapiye ihtiyacım var. Ruhum öyle yorgun ki, sürekli ağlamak istiyorum ve bu yorgunluk vücuduma da yansıyor. Kafamın, kalbimin boşalması ne kadar sürecek, ne zaman normal halime döneceğim bilmiyorum. Hakikaten bakıyorum da kafamı sıyırmama ramak kalmış, fizikçiler biraz çatlak olur ya, şimdi daha iyi anlıyorum, delirmeye yakındım belki de.

Üstelik yapılacak daha yığınla işim var, yepyeni projeler heyecanlar, dışardan bakınca (Ce'nin gözüyle) sanki hayatıma sihirli bir değnek değmiş, bir haftadır her şey yoluna girmeye başlamış, ama ben değil bunu idrak etmek, sevinecek yanını bile algılayamıyorum.

Babam yüzümün asıklığını her sorduğunda gözlerimdeki yaşları saklamaya çalışarak işlerden yoruldum diyorum. Ama içimde aylardır kopan fırtınaların dalgalarının daha düzelmediğini anlatamıyorum elbet. Herkes eski aşklarına şarkılar söyler ya, ben her şarkımı tezime yazıyorum ve ona

Bittim gözün aydın, bittim helal olsun
Uğruna harcadığım, yıllar haram olsun

gibisinden sözler ediyorum. Delirmeye başlamışım değil mi?

Şimdi sanılacak ki doktora tezi yapmak korkunç birşey ama benimki kişiye özel bir durum. Hem çalışma alanımın ağır bir konu olmasından, hem de herşeyi tek başıma yapmamdan doğan bir sonuç bu. Benimki istisna yani.