23 Aralık 2021 Perşembe

Besle Kargayı Oysun Gözünü

 Son günlerde Türkiye’de olanlar, okuduğum bir kitabı sıkça hatırlatıyor. O kitapta altı çizilecek o kadar çok bölüm var ki, hepsini paylaşmayı isterdim. Ancak buraya bir parçasını koymak istiyorum. Biraz uzun bir parça çünkü kitap da epey uzun, ama buraya aldığım kısım oldukça akıcı, kolay okunuyor.

Kitap: Atlas Silkindi - Ayn Rand

*************

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Şey, yirmi yıl çalıştığım o fabrikada bir olay olmuştu. İhtiyar ölüp vârisleri işi devraldığı zamandı. Üç kişiydiler. İki oğlu, bir de kızı vardı. Fabrikayı yönetmek için yeni bir plân ortaya koydular. Bizim de oyumuza sundular. Herkes...yani hemen hemen herkes oy verdi. Bilmiyorduk. İyi bir şey sanıyorduk. Yo, bu doğru değil. İyi olduğunu düşünmemiz gerektiğini sanıyorduk. Plâna göre, fabrikadaki herkes kendi yeteneğine göre çalışacak, ama parasını ihtiyacına göre alacaktı. Biz...ne oldu, hanımefendi? Neden öyle bakıyorsunuz?”

“Fabrikanın adı neydi?” diye sordu Dagny. Sesi ancak duyulabiliyordu.

“Twentieth Century Motor Şirketi’ydi, efendim. Starnesville, Wisconsin’de.”


“Devam edin.”


“Büyük bir toplantı düzenleyip, o plânı oyladık. Hepimiz oradaydık. Altı bin kişi kadar vardık. Fabrikada çalışanların tümü. Starnes varisleri plânla ilgili uzun konuşmalar yaptılar. Durum pek de net olmadı ama kimse soru falan sormadı. Hiçbirimiz plânın nasıl işleyeceğini bilmiyorduk, ama herkes ötekilerin bildiğini düşünüyordu. Kuşku duyan varsa, suçluluk duyuyor, çenesini kapalı tutuyordu, çünkü sunuluşta genel hava, buna karşı çıkanın çocuk katili gibi bir şey olduğu, insan-altı, aşağının bayağısı bir yaratık olduğu yolundaydı. Bize bu plânın soylu bir ideali gerçekleştireceğini söylediler. Nereden bilecektik? Aynı şeyi ömrümüz boyunca duymadık mı? Anamızdan, babamızdan, okuldaki öğretmenlerimizden, papazlarımızdan, okuduğumuz her gazeteden, seyrettiğimiz her filmden, dinlediğimiz her nutuktan hep aynı mesajı almadık mı? Bunun hakkaniyetli ve doğru davranış olduğunu dinlemedik mi? Belki o toplantıda yaptığımızın bir hafifletici sebebi bu olabilir. Sonunda plâna oy verdik...ve başımıza gelecekleri de hakettik. Biliyor musunuz, hanımefendi, dört yıl boyunca Twentieth Century fabrikasında o plân altında çalışan bizler, bir bakıma kaderi işaretlenmiş insanlardık. Cehennem nasıl bir yer olabilir ki? Kötülük...çirkin, çıplak, sırıtkan bir kötülük, öyle değil mi? İşte bizim gördüğümüz, olmasına yardım ettiğimiz de oydu. Sanıyorum biz lanetlendik. Her birimiz. Belki de asla bağışlanmayacağız...


“O plân nasıl işledi, insanlara neler yaptı, biliyor musunuz? Dibinde geniş bir gider borusu olan depoya su doldurmaya çalışır gibi. Her döktüğün kova su, dipteki deliği biraz daha büyütüyor. Ne kadar çok çalışırsan, senden o kadar daha fazlası bekleniyor, haftada kırk saat kova kova su taşıyorsun, sonra kırksekize, ellialtıya çıkıyor, çünkü komşun yemeğe gidecektir, karısı ameliyat olacaktır, çocuğu kızamık çıkarmıştır, annesi tekerlekli sandalyededir, amcasının gömleğini ütüleyecektir, yeğeninin okul sorunu vardır, bitişikte bebek doğuyordur, çevrendeki herkesin sorunu vardır. altının bağlandığı dönemden, takma diş taktığı döneme kadar. Hep onlar alacak, sen de çalışacaksın. Gün doğumundan gün batımına. Ay be ay, yıl be yıl. Karşılığında gösterebileceğin tek şey, döktüğün terler. Tek ödülün onların zevki. Durup dinlenmeden ömrün boyunca çalışman karşılığında...umutsuzca, sonsuza kadar...! Herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı ölçüsünde...


Hepimiz kocaman bir aileyiz, demişlerdi bize. Bu işte hepimiz beraberiz. Ama herkes birlikte dikilip bir tek asetilen meşalesini günde on saat çalıştıracak değil. Herkesin aynı anda karnı ağrımaz. Herkesin yeteneği ne demek ve kimin ihtiyacı ön plânda? Her şey bir tek kabın içindeyse, kimsenin kendi ihtiyaçlarına kendisinin karar vermesine izin veremezsin, değil mi? Verirsen, belki de bir yata ihtiyacı olduğunu “bir arabası olana kadar ben hastanelik olurcasına çalışacağım, neden benden yat da istemesin ki? Madem hâlâ yıkılmadım ve hâlâ yeteneğim var...? Olmaz mı? İsteyemez mi? O hâlde o kendi salonunu badana ettirene kadar benim kahveme süt koymadan yaşamamı nasıl isteyebiliyor? Her neyse...sonunda kimsenin kendi ihtiyacına ve kendi yeteneğine kendisinin karar vermemesi kararlaştırıldı. Oy verdik. Evet, hanımefendi, yılda iki kere genel toplantı yapıyor, oy kullanıyorduk. Başka nasıl olabilirdi ki? Böyle bir düzende neler olacağını düşünmek ister misiniz? Kendimizi dilenci durumuna düşürdüğümüzü bir toplantı süresi içinde anladık. Lanet olası, sızlanan dilencilerdik hepimiz. Çünkü hiçbirimiz ücretini hak ederek aldığını iddia edemiyordu. Hakkı da yoktu, kazancı da. Emeği kendine ait değildi, ‘aileye’ aitti. Ve onlar da karşılığında ona hiçbir şey borçlu değillerdi. Kendisi onlardan bir tek talepte bulunabiliyordu, o da ihtiyacıydı. Yani herkesin önünde dilenmesi, ihtiyaçlarını anlatması gerekiyordu. Dertlerini, sorunlarını sayıp dökecek, ‘ailenin’ kendisine sadaka vermesini bekleyecekti. Ne kadar sefil durumda olduğunu anlatmak zorundaydı, çünkü artık geçer akçe olan sefaletti, çalışma değildi. Böylelikle olay, altı bin dilenci arasında bir yarışmaya döndü. Herkes kendi ihtiyacının ötekinin ihtiyacından daha beter olduğunu ileri sürüyordu. Başka nasıl yapılabilirdi ki? Neler olduğunu tahmin etmek ister misiniz? Hangi tür insanların sessiz kaldığını, utandığını, buna karşılık hangilerinin tombalayı tutturduğunu.


“Ama o kadarla da kalmadı. Aynı toplantıda bir şeyi daha fark ettik. Fabrikanın üretimi ilk yarı yılda yüzde kırk düşmüştü. Bu sefer, birilerinin yeteneği oranında çalışmadığını kararlaştırdık. Kim? Nasıl öğrenilebilir? ‘Aile’ bunu oya koydu, hangi adamların en iyiler olduğuna karar verildi, o insanlar altı ay boyunca her akşam fazla mesai yapmaya mahkûm edildi. Parasız fazla mesai. Çünkü paranızı süreye göre, emeğe göre falan almıyor, ihtiyaca göre alıyordunuz.

“Daha sonra neler olduğunu anlatmam gerekli mi? Bir zamanlar insanken şimdi ne tür yaratıklara dönüştüğümüzü? Yeteneklerimizi saklamaya başladık. İşi yavaşlatıyor, yandaki adamdan daha hızlı çalışmamak için kartal kesiliyorduk. Başka ne yapabilirdik? ‘Aile’ için elden geleni yapsak, bize teşekkür ya da ödül gelmeyecek, ceza gelecekti. Bir dizi motoru mahveden, sakarlığından ötürü fabrikaya para kaybettiren her salağın yaptığını, akşamlarımızla, Cumartesi-Pazar’larımızla ödeyecek olan bizdik. Dolayısıyla biz de işe yaramaz olmak için elimizden geleni yapmaya başladık.


“Bir delikanlı vardı. Yeni soylu ideal uğruna pek ateşli başlamış, yola koyulmuştu. Zeki çocuktu. Pek okul eğitimi almış değildi, ama omuzlarının üzerinde harika bir kafa taşıyordu. Daha ilk yıl içinde, hepimize binlerce adam-saat kazandıracak bir iş süreci keşfetti. ‘Aileye’ armağan etti onu. Karşılığında da hiçbir şey istemedi. İsteyemezdi zaten, ama o razıydı. İdeal uğruna, dedi. Ama oylamada en “mahkûm edilince, ağzını da, beynini de kapattı. İkinci yıl hiçbir parlak fikir ileri sürmedi tabiî.


“Kâr sisteminin fasit dairesi hakkında bize neler söylerlerdi? Hani insanların işi başkasından daha iyi yapma yolunda rekabete girişmesi sistemi hakkında? ‘Fasit’ derlerdi değil mi? Yani fesat, kötü. Bir de bunu, herkesin başkasından daha kötü iş çıkarmak için rekabet ettiği sistemle karşılaştırsınlar. Bir insanı insanlıktan çıkarmanın en kısa yolu, işini iyi yapmak için değil de, mümkün olan en kötü biçimde yapmak için gün be gün uğraşmak zorunda bırakmaktır. içkiden de, aylaklıktan da, hayatını kazanmak için soygunlara yönelmekten de daha çabuk bitirir adamı. Ama bizim hastalık ve beceriksizlik numarası yapmaktan başka çaremiz kalmamıştı. En büyük korkumuz, yetenekli olduğumuzdan kuşkulanılacağıydı. Yetenek, üstünüze asla ödeyemeyeceğiniz bir ipoteğin konması demekti. Hem, ne diye çalışacaktık ki? Taban ücretin size nasılsa, çalışsanız da, çalışmasanız da verileceğini biliyorsunuz. Yani barınak ve yemek ihtiyacınız karşılanacak. Ne kadar çok çalışırsanız çalışın, onun üzerinde bir şey alabilme şansınız da yok. Gelecek yıl bir kat yeni elbise alabileceğinize bile güvenemezsiniz. Belki ‘giysi tahsisatı’ verirler, belki de vermezler. Biri bacağını kırmışsa, ameliyat olacaksa, yeni bebekleri olmuşsa, alamazsınız. Eğer herkesin yeni elbise almasına yetecek para yoksa, siz de alamazsınız.


“Bir adam vardı, Ömrü boyunca çok çalışmıştı, çünkü oğlunu üniversiteye yollamayı her şeyden çok istiyordu. Oğlan plânın ikinci yılında liseyi bitirdi...ama ‘aile’ babaya oğlunun üniversiteye göndermesi için tahsisa vermedi. Herkesin oğlunu üniversiteye yollayacak kadar paramız olana kadar oğlunun üniversiteye gidemeyeceğini söylediler ona. Ama daha önce herkesin çocuğunu liseye yollayabilmek gerekiyordu. Daha ona bile yetecek para yoktu. Baba ertesi yıl öldü. Barda biriyle bıçak kavgası yaparken. Hiç uğruna. Böyle kavgalar aramızda pek sık çıkmaya başlamıştı.


“Sonra bir yaşlı adam vardı. Duldu, ailesi yoktu. Tek hobisi, plak koleksiyonuydu. Hayattaki tek zevki ve varlığı oydu sanıyorum. Daha önceleri bazen yemek yemekten vazgeçer, en son çıkan klasik müzik plaklarından bir tane alabilmeye çalışırdı. Ona plakları için tahsisat vermediler. Kişisel lüks, dediler. Ama aynı toplantıda Millie Bush...o da birinin kızıydı, sekiz yaşında, çirkin, huysuz bir kızdı...dişlek dişleri düzeltilsin diye tahsisat aldı. Onunki ‘tıbbî ihtiyaç’ sayıldı, çünkü şirketin psikiyatristi, dişleri düzelmezse zavallı kızın aşağılık kompleksine kapılacağını söyledi. Müzik seven yaşlı adam kendini içkiye verdi. artık onu hiç ayık göremez olduk. Bir gece sendeleyerek yolda giderken Millie Bush’u görmüş, yumruğunu savurduğu gibi kızın dişlerini dökmüş. Bir tane sağlam diş bırakmamış ağzında.


“Tabiî aslında hepimiz kendimizi içkiye vermiştik. Kimimiz biraz az, kimimiz biraz fazla. Bu iş için parayı nereden bulduğumuzu hiç sormayın. Saygın zevklerin hepsi yasak olunca, kötü zevkler için her zaman bir yol bulunur. İnsan klasik müzik plakları almak için bakkal dükkânı soymaz, arkadaşının cebinden para araklamaz, ama eğer istediği zil zuma sarhoş olup her şeyi unutmaksa, o zaman yapar. Olta takımı? Av tüfeği? Fotoğraf makinesi? Hobiler? Hiç kimseye ‘eğlence tahsisatı’ yoktu. ‘Eğlence’ ilk devre dışı bırakılan şeydi. Biri bir şeyden vazgeçmenizi istediğinde, o şey size zevk veren bir şeyse, utanç hissetmez misiniz? Tütün tahsisatımız bile indirildi, ayda iki paket sigara alabilecek duruma düştük. O paranın bebeklerin süt fonuna gideceği söylendi. Tek düşmeyen rakam bebek doğumlarıydı. Bir tek o yükseldi ve yükselmeyi sürdürdü. Herhalde insanların başka yapacak işi kalmadığı için. Ayrıca kaygıları da yoktu, çünkü bebekler onların sorumluluğunda değil, ‘ailenin’ sorumluluğundaydı. Aslında birazcık fazla para koparıp soluk alabilmek için tek yolunuz da ‘bebek tahsisatı’ almaktı. Bir o, bir de ağır hastalık.


“Çok geçmeden bu işlerin nasıl işlediğini görebildik. Dürüst kalmaya çalışan, her şeyini feda etmek, her şeyden vazgeçmek zorundaydı. Zevk almanın tadını bile unutur öyleleri. Beş sentlik tütün içmekten, çiklet çiğnemekten bile nefret etti, çünkü o beş sente başkasının daha çok ihtiyacı olup olmadığını düşünür oldu. Ağzına soktuğu her lokma yemekten utandı, bunun parasının acaba kimlerin yorgun gece mesaisinden çıktığını merak etti. Yiyeceğinin kendi hakkı olmadığını biliyor, kandırmaktansa kendisinin kandırılmasını, kan emici olmaktansa enayi olmayı diliyordu. Evlenmiyordu, ailesine yardım falan etmiyordu, çünkü ‘ailenin’ üzerine yeni bir yük yüklemek istemiyordu. Zaten içinde biraz sorumluluk duygusu varsa, hiçbir şeyi plânlayamayacağı, hiçbir şey için söz veremeyeceği, hiçbir şeye güvenemeyeceği böyle bir dünyaya çocuk getirmek de istemiyordu. Ama değersiz ve sorumsuz olanlar için sanki bayram gelmişti Habire bebek yapıyorlar, kızların başını belaya sokuyorlar, ülkenin her yanından türlü değersiz akrabalarını yanlarına çağırıyorlar, her bekâr hamile kız kardeşi çağırıyor, bu sayede biraz daha ‘ihtiyaç tahsisatı’ almaya çabalıyorlardı. Doktorların inceleyemeyeceği kadar çok hastalık izni aldılar. Evlerindeki giysilerini, eşyalarını hırpaladılar...ne olacak ki, nasılsa parasını ‘aile' veriyordu! Bizlerin aklına bile gelemeyecek ihtiyaçlar bulup öne sürdüler. Bu konuda özel bir yetenek geliştirdiler. Eh, onların da gösterebildikleri tek yetenek oydu.”


“Tanrı yardımcımız olsun, hanımefendi! Neler gördüğümüzü düşünebiliyor musunuz? Bize, bu düzene uygun yaşamanız gerek deniyor, bu düzen ahlâkî yasa olarak adlandırılıyordu, Oysa o yasa, uyanları ve uygulayanları uyguladılar diye cezalandırıyordu. Yasaya uymaya ne kadar uğraşırsanız, o kadar çok ıstırap çekiyordunuz. Ne kadar hile yaparsanız o kadar ödüllendiriliyordunuz. Sizin dürüstlüğünüz, başka birinin namussuzluğuna teslim edilmiş bir araç gibiydi. Namuslular ödüyor, namussuzlar alıyordu. Namuslular kaybediyor, namussuzlar kazanıyordu. Böyle bir iyilik yasası altında insanlar ne kadar iyi kalabilirdi ki? Başlangıçta hepimiz oldukça dürüst insanlardık. Aramızda pek düzenbaz kimse yoktu. İşimizi biliyor, bundan gurur duyuyorduk. Ülkenin en iyi fabrikasında çalışıyorduk, çünkü ihtiyar Starnes işe yalnızca kendi dalında en mükemmel kimseleri alırdı. Yeni plan devreye girdikten bir yıl sonra, aramızda bir tek dürüst adam kalmamıştı. İşte kötülük oydu. Papazların anlatmaya çalıştığı cehennem oydu. Ama insan onu sağken görmeyi beklemiyordu. Plânın tek berbat yanı yalnız namussuzları teşvik etmesi değildi, aynı zamanda dürüst adamların namussuzlaşmasına da sebep oluyor. Zaten yapabileceği başka bir şey de yoktu...üstelik adına da ‘manevi ideal’ deniyordu!


“Ne uğruna çalışmamız bekleniyordu ki? Kardeşlik sevgisi adına mı? Hangi kardeş? Etrafta gördüğümüz serseriler, aylaklar ve mızmızlar için mi? İster düzenbaz olsunlar, ister tembel, ister yeteneksiz...bize neydi? Eğer varlığımız onların gerçek ya da uydurma yetersizliğine endekslenecekse, bunu ne kadar sürdürebilirdik? Onların yeteneğini bilecek durumda değildik, ihtiyaçlarını da biz kontrol edemezdik. Tek bildiğimiz, yarı hastane, yarı antrepo gibi bir yerde yük hayvanı gibi işe koşulmuş olduğumuz, kör gibi çalışıp durduğumuzdu. Çalıştığımız bu yer yalnızca iş göremezliğe, felâkete, hastalığa endekslenmişti. Hayvanlar bir ihtiyaç iddiasıyla oraya atılıyor, onların iyileşmesi bekleniyordu.


“Kardeş sevgisi mi? Biz orada insan kardeşlerimizden gerçek anlamda nefret etmeyi ilk defa öğrendik. Her yuttukları lokma için nefret ettik onlardan. Her küçük zevkleri için. Yeni gömlek giyenden, karısı şapka isteyenden, ailesiyle gezmeye gidenden, evini boyatandan nefret ettik. Bizden alınıyordu bunların parası. Bizim yoksunluklarımızdan, bizim açlığımızdan çıkıyordu. Birbirimizi gözlemeye başladık. Birinin ihtiyaçları konusunda yalan söylemiş olduğunu yakalamaya, gelecek toplantıda tahsisatını kestirmeye çalıştık. Jurnalciler kullandık. Biri bir pazar sofrası için ailesine bir hindi götürse, parasını kumardan kazandığını kanıtlamak istedik. Birbirimizin hayatına karışır olduk. Aile kavgalarını kışkırttık, akrabaların evlerden kovulmasını sağlamaya çalıştık. Arkadaşımız bir kızla ciddi bir ilişkiye başladığında, her ikisinin de hayatını cehenneme çeviriyorduk. Pek çok nişanların bozulmasına sebep olduk. Kimsenin evlenmesini istemiyorduk, çünkü bakmakla, beslemekle mükellef olduğumuz kişi sayısının artması işimize gelmiyordu.


“Eski günlerde birinin bebeği olursa kutlardık. Sıkıntılı günler geçiriyorsa, para toplar, hastane faturasına yardımcı olurduk. Oysa artık bir bebek doğunca, anasıyla babasıyla haftalarca konuşmuyorduk. Çiftçiler için çekirgeler neyse, bizim için de bebekler o hâle gelmişti. Eskiden birimizin ailesinde kötü bir hastalık olunca ona yardım ederdik. Oysa artık...bakın, size bir olayı anlatayım. Onbeş yıldır bizimle olan birinin annesi hastalandı, iyi bir kadıncağızdı. Neşeli, bilge biriydi. Hepimizi ilk adımızla çağıracak kadar tanırdı, biz de onu çok severdik. Yani önceden. Bir gün bodruma inen merdivenlerde ayağı kaymış, düşüp kalçasını kırmış. O yaşta bunun ne anlama geldiğini biliyorduk. Şirketin doktoru, kasabadaki hastaneye gönderilmesi gerektiğini söylemiş. Bu uzun sürecek pahalı bir tedavi demekti. Yaşlı kadın hastaneye gitmeden önceki gece öldü. Ölüm nedenini asla saptayamadılar. Hayır, cinayet olup olmadığını bilmiyorum. Kimse olaydan söz etmiyordu. Tek bildiğim, benim bile...işte unutamadığım bu asıl...benim bile, keşke ölse diye düşünmüş olduğum. Tanrı günahlarımızı affetsin, plânın bize sağladığı kardeşlik, güvenlik, bereket buydu işte!”


“İnsanoğlunun böyle dehşet verici bir düzeye alçalması için hiçbir neden var mı? Bundan yarar sağlayan hiç kimse var mı? Evet, vardı. Starnes’ların vârisleri. Umarım bana, bir serveti feda ettiklerini, fabrikayı bize hediye ettiklerini hatırlatmaya kalkışmazsınız. Buna bir ara biz de kanmıştık. Evet, fabrikayı feda ettikleri doğru. Ama kazanç, aslında neyin peşinde olduğunuza göre değişir. Starnes vârislerinin peşinde olduğa şey ise, dünyada hiçbir parayla satın alamayacağınız bir şeydi. Para aslında çok temiz ve masum kalır onun yanında.


“Eric Starnes en küçükleriydi. Deniz anası gibi, omurgasız bir adamdı. Belli bir şeyin peşinde olacak kadar cesareti yoktu. Kendini halkla ilişkiler departmanı müdürümüz olarak seçtirtti. Pek iş yapan bir departman değildi, ama bir kadrosu vardı, yapılması gerekmeyen işleri yapmayan onlar oluyor, dolayısıyla genç Starnes’ın ofise gelmesi pek gerekmiyordu. Aldığı ücret...aslında ücret diyemem, çünkü hiçbirimiz ücret almıyorduk. Demek istediğim, ona verilmesi oylarla kararlaştırılan para pek müthiş bir şey değildi. Benim aldığımın on katı kadar falandı. Asıl zenginlik o değil. Eric’in paraya aldırdığı yoktu. Parası olsa, nereye harcayacağını bilemezdi. Vaktini bizim aramızda dolanmakla geçirir, kendinin ne kadar dost canlısı ve demokratik olduğunu kanıtlamak isterdi. Herkes kendisini sevsin istiyordu galiba. Bunu sağlama biçimi olarak da, ikide bir bize fabrikasını verdiğini hatırlatmayı seçmişti. Tahammül edemiyorduk ona.


“Gerald Starnes bizim Üretim Müdürümüzdü. Onun kaç para yonttuğunu, yani ne kadar sadaka aldığını hiç öğrenemedik. Bunu çözebilmek için ordu dolusu muhasebeci, paraların nasıl ona kanalize edildiğini çözmek için de ordu dolusu mühendis gerekirdi herhalde. Paralar sözde, onun değildi. Şirket masraftan içindi. Gerald’ın üç arabası, dört sekreteri, beş telefonu vardı, şampanyalı ve havyarlı öyle partiler verirdi ki, ülkede doğru dürüst vergi ödeyen hiçbir zengin patronun parası yetmezdi. Bir yılda harcadığı para, babasının son iki yılında ettiği kârdan daha fazlaydı. Gerald’ın ofisinde elli kilo ağırlığında dergiler bulduk. Bu dergilerde, bizim şirketle ilgili yazılar vardı. Gerald Starnes’ın koca koca resimlerini basmışlar, ondan ‘büyük sosyal lider’ diye söz etmişlerdi. Dergileri gerçekten tarttık, elli kilo geldi. Gerald geceleri üretim katına gelmeyi severdi. Smokiniyle. Beş sent boyunda pırlanta kol düğmeleriyle. Purosunun küllerini her yana saça saça. Herhangi namussuz bir it çıkagelse de parasını böyle sergilese, o bile insanın sinirine dokunur, ya bakarsınız, ya da bakmazsınız. Ama Gerald Starnes gibi bir it gelip bunu yaparsa, üstelik bunun ‘aile’ için bir fedakarlık olduğunu, hiçbirinin kendisine ait olmadığını, ama şirketin prestijini yüksek tutmak gerektiğini yutturmaya kalkarsa, o zaman ona duyduğunuz nefret, daha önce hiçbir insana duymadığınız kadar büyük olur.


“Yine de en kötüsü, ablası Ivy idi O gerçekten maddiyata aldırış etmiyordu. Aldığı sadaka bizimkinden fazla değildi. Ne kadar derviş biri olduğunu göstermek için düz pabuçlarla, gömleklerle dolanırdı. O da Dağıtım Müdürümüzdü. İhtiyaçlarımızdan sorumlu kişi oydu. Yani bizi gırtlağımızdan yakalamış olan oydu. Aslında dağıtıma oylamalar sonucunda karar verildiği söyleniyordu. Halkın sesi yani. Ama o halk altı bin haykıran sersemse, hiçbir ölçüte ve mantığa dayanmadan oy veriyorlarsa, oyunun kuralları yoksa, herkes her şeyi isteyebiliyorsa ama hiçbir şeye hakkı yoksa, herkes kendinden başka herkesin ipini elinde tutuyorsa, o zaman halkın sesi Ivy Starnes oluveriyor. İkinci yılın sonunda ‘aile toplantıları' numarasına son verdik. Bunu ‘üretim etkinliği ve zaman tasarrufu’ adına yaptık. Her toplantı on gün sürüyordu çünkü. Daha sonra tüm ihtiyaç dilekçeleri Bayan Starnes’in ofisine gönderilmeye başlandı. Yo, gönderilmek değil, dilekçeyi veren şahsen gidip onu Bayan Starnes’e kendisi okumak zorundaydı. Sonra Bayan Starnes’in kendisi bir ihtiyaç listesi hazırlıyor, kırkbeş dakika süren bir toplantıda bize okuyor, onayımıza sunuyordu. Gündeme sorular ve itirazlar için on dakikalık süre konmuştu. Biz itiraz etmiyorduk. O zamana kadar dersimizi almıştık. Bir fabrikanın gelirini hiç kimse altı bin kişiye, elinde insanların değerini ölçmek için bir standart olmadan paylaştıramaz. Onun standartı da yağ çekilmesiydi. Fedakârmış, öyle mi? Babasının zamanında adamın onca parası, ona işçileriyle bu biçim konuşma hakkını vermezdi. En kötü işçiyle bile. Kızı en iyi işçilerimizle ve karılarıyla işte öyle konuşuyordu. Açık renk gözleri balık gibi, soğuk ve ölüydü. Eğer gerçek kötülüğü somut biçimiyle görmek isterseniz, ona itiraz etmiş bir işçiye, taban ücretten bir kuruş bile fazla alamayacağını söylerkenki pırıltılı bakışını görmeniz yeterdi. İşte o bakışı gördüğünüz anda, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” gibi bir sloganı getiren insanın gerçek amacını da anlamış olurdunuz.


“Olayın asıl sırrı buydu. Başlangıçta şaşıyordum. Dünyanın iyi eğitilmiş, kültürlü, ünlü insanları nasıl bu kadar büyük bir hata yapabiliyor da böyle fecî bir düzeni doğru ve hakkaniyetli diye savunabiliyordu? Oysa bu savundukları şey uygulandığı takdirde neler olacağını beş dakika düşünseler, her şeyi anlayabilirlerdi. Şimdi anlıyorum ki bunu bir hata sonucu yapmıyorlarmış. Bu çaptaki yanlışlar asla masumiyetle yapılamaz. Eğer insanlar hain bir çılgınlığa kapılıyorsa, üstelik bunu işletemiyor ve bu seçimlerinin mantıksal açıklamasını da yapmak zorunda kalmıyorlarsa, asıl sebebi gizlemek istiyorlar demektir. O ilk toplantıda plâna oy verirken biz de o kadar masum değildik. Ortaya döktükleri zırvanın iyi bir şey olduğuna inandığımızdan değildi. Bizim de başka nedenimiz vardı, ama bu zırva hikâye, asıl niyetimizi kendimizden ve ötekilerden saklamamızı sağlıyordu. Bu sayede, itiraf etmekten utanacağımız bir şeyi iyilik diye yutturmuş oluyorduk. Buna oy verenlerin hepsi, kendinden daha yetenekli insanların kârından pay alacağını umdu. Kişi ne kadar zengin ya da zeki olursa olsun, hep kendinden daha zengin ve daha akıllı birilerini gözler durur. Bu plân ona, kendinden iyi olan o kişinin servetinden ve beyninden bir parça getirecekti. Bu arada kendinden yukarda olanların parasından da hak etmediği paylar alabilecekti. Daha aşağıdakilerin de hak etmedikleri bir şeyleri alacaklarını unutuyordu. Kendisi nasıl yukarıdakileri soyup dımdızlak bırakmaya niyetleniyorsa, daha aşağıdakilerin de kendisi için aynı şeyi düşündüklerini unutuyordu. İhtiyacı nedeniyle kendisinin de patronu gibi limuzin arabaya bineceğini hayal eden işçi, her dilencinin de ihtiyaç nedeniyle onun evindeki buzdolabını talep etmeye hakkı olduğunu aklına getirmiyordu. Oy verirken asıl amacımız oydu. İşin aslı oydu. Ama bunu düşünmekten hoşlanmıyorduk. Hoşlanmayınca da, ortak çıkarlara olan sevgimizi daha yüksek sesle haykırıyorduk.


“Eh, çanak tuttuk, belâyı başımıza getirdik. İstediğimiz şeyin ne olduğunu gördüğümüz zaman zaten iş işten geçmişti. Tuzağa kısılmıştık ve gidecek yerimiz kalmamıştı. İçimizdeki en iyiler, plân uygulamaya konulduktan bir hafta sonra çekip gitmişlerdi En iyi mühendislerimizi şeflerimizi ustabaşılarımızı, uzman işçilerimizi kaybettik. Kendine saygısı olan bir insan, herkesin sağdığı bir inek durumuna düşmek istemez. Bazı yetenekli adamlarımız dayanmaya çalıştı, ama uzun süre sürdüremediler. Habire adam kaybediyorduk. Mikroplu çukurdan kaçar gibi kaçıyorlardı fabrikadan. Sonunda kala kala yalnızca ihtiyaçları olanlar kaldı, yetenekleri olanlardan hiç kimse kalmadı.

İyi olduğumuz hâlde hâlâ kalmış olan bizler de, fazla uzun süre bu işyerinde çalışmış kimselerdik. Eskiden hiç kimse Twentieth Century’den ayrılıp gitmezdi. Kendimizi bir türlü bu şirketin artık bitmiş olduğuna inandırmıyorduk. Bir süre sonra, artık çıkamaz olduk, çünkü başka hiçbir patron da bizi istemiyordu. Onları da suçlayamam. Kimse bizimle hiçbir tür ilişki kurmuyordu. Kendine saygısı olan hiçbir insan ve hiçbir şirket. Eskiden alışveriş ettiğimiz dükkânların çoğu hızla Starnesville’den taşınmaya başladılar. Sonunda barlar, kumarhaneler, kötü malları fahiş fiyata satan düzenbazlardan başka kimse kalmadı. 


Aldığımız sadaka hızla düşüyor, ama yaşam maliyetimiz yükseliyordu. Fabrikanın ihtiyaç içindeki insanları çoğalıyor, müşteri sayısı düşüyordu. Daha çok kişiye paylaştırılacak daha az gelir vardı. Eski zamanda Twentieth Century markasının, altına basılmış ayar damgası kadar geçerli olduğu söylenirdi. Starnes varisleri ne düşündüler, bilemiyorum...bir şey düşündülerse tabiî...ama sanırım o damganın büyü gibi, kendilerini hep zengin durumda tutacağını sandılar. Babalarını zengin durumda tuttuğu gibi. Eh, müşteriler hiçbir motoru vaktinde teslim edemediğimizi, kusursuz motor üretemediğimizi gördüklerinde, büyülü damga bu sefer ters etki yapmaya başladı. Üstünde Twentieth Century markası bulunan malı insanlar artık hediye olarak bile kabul etmiyorlardı. Müşteri olarak elimizde kala kala, borcunu ödemeyenlerle, zaten baştan beri ödemek niyetinde olmayanlar kaldı. Ama Gerald Starnes kendi yayın faaliyetlerinin havasına kapılmış, kasılarak dolaşıyor, işadamlarının bize sipariş vermesini istiyor, bunu motorlarımız iyi olduğu için değil, siparişe çok ihtiyacımız olduğu için yapmaları gerektiğini söylüyordu.


“O zamana kadar zaten, profesörlerin kuşaklardan beri göremediklerini iddia ettikleri şeyi, köyün delisi bile görebilmeye başlamıştı. Bozuk motorlarımız yüzünden çalışamayan bir elektrik santralinin jeneratörleri durursa, bizim ihtiyaçlarımızın bu işe ne yararı olur? Adamın biri ameliyat masasına yatmışken, elektrikler kesilse, ona ihtiyacın ne yararı olur? Uçağın motoru havada durursa, o yolculara ne yararı olur? Eğer bizim motorumuzu, iyi olduğu için değil de, bizim ihtiyacımız olduğu için satın almışsa, o santralin müdürü, o cerrah, o uçağın imalâtçısı, doğru ve ahlâkî bir karar vermiş sayılır mı?


“Ama yine de profesörler, liderler ve düşünürler dünyanın her yanında bu ahlâkî yasayı yerleştirmeye uğraştılar. Bu düzen küçücük bir kasabada, birbirini çok iyi tanıyan bizlere bile bunu yaptıysa, dünya çapında olsa nelere yol açmazdı? Dünyanın tüm dertlerine ve felâketlerine çözülmez bağlarla bağlı durumda olsanız, yaşamak ve çalışmak nasıl bir şey olur, düşünebiliyor musunuz? Çalışabilmek için, kim nerede bir hata yapsa, siz telâfi etmek zorunda kalırsınız. Hiç yükselme şansınız olmadan, yemeğiniz, giysileriniz, eviniz ve zevkleriniz her türlü kirli oyuna bağımlıyken, dünyanın herhangi bir yerindeki kıtlığa, salgına bağlıyken! Fazladan pay almaksızın, Kamboçyalıların karnı doyana, Patagonyalılar üniversiteden mezun olana kadar çalışmak! Dünyaya gelmiş herkesin kontrolündeki bir çek karşılığında çalışmak! O insanları hiç görmemişsiniz, ihtiyaçları hakkında da hiçbir fikriniz yok, yeteneklerini ya da tembelliklerini, sakarlıklarını, sahtekârlıklarını öğrenme veya sorgulama imkânınız olmadı. Yalnızca çalışacak, çalışacak, çalışacaksınız, kimin midesinin dolacağına, ya da hayatınızın rüyalarını gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğinize karar verme işini de Ivy’lere, Gerald’lara bırakacaksınız. Kabul edilmesi gereken ahlâkî yasa da bu olacak, öyle mi? Bu...bir ahlâkî ideal mı?”


“Eh, biz denedik...dersimizi de aldık. Istırabımız dört yıl sürdü. İlk toplantımızdan en son toplantımıza kadar. Sonu da, beklenebileceği gibi, iflasla bitti. Son toplantıda Ivy Starnes görünümü kurtarmaya çalıştı. Kısa, tatsız, hain bir konuşma yaptı, plânın başarısızlığa uğraması, ülkenin geri kalanı bunu kabul etmediği içindir, dedi. Bencil, açgözlü bir dünyada, bir tek topluluk bunu başaramazdı, dedi. Plânın soylu bir ideal olduğunu, ama insan yaratılışının o düzeyde olmadığını söyledi. Hepimiz sessiz otururken, ilk yıl yararlı bir fikir getirdi diye cezalandırılan o genç delikanlı ayağa kalktı, sahneye, Ivy Starnes’ın yanına çıktı, hiçbir şey söylemeden kadının yüzüne tükürdü. İşte plânın da, Twentieth Century’nin de sonu o anda noktalandi. 

1 yorum:

  1. Hiç yabancı gelmiyor. Kurbağa haşlama hikayesi gibi. George Orwel büyük gözaltı vb. Acı ama gerçek. Mutlu sağlık dolu yıllar.

    YanıtlaSil