1 Mayıs 2023 Pazartesi

50 Gunluk Su Orucu Hakkinda

Mayıs 01, 2023 2 Comments

Facebookta 50 gunluk su orucu hakkinda yapilan bir paylasimin altina yazilan yorumlari gorunce, dehsete dusup bir uyari anlaminda asagidaki yorumu yazmistim. Bu yorumumu burada da paylasmak istedim. 


Paylasimda 50 gun boyunca sadece su ve bir miktar hafif sulu yiyeceklerin tuketilip, cesitli hastaliklardan kurtulunabilecegi iddia ediliyordu. 


Gunumuzde saglikli ve kaliteli gidaya erisim sikintisi sebebiyle, bazi gidalardan bir sure uzak kalmak bu gidalardaki zararli maddelerden uzak durmak anlamina gelir ve evet vucudun temizlenmesine yardimci olur. Bu temizlik vucuttaki toksin ve agir metalleri arindiracagi icin, hucrelerin nefes almasini ve kendi islerine odaklanmasini saglar. Boylece diyelim ki bir organ hasta, vucut enerjisini o bolgeyi iyilestirmeye ayirabilir. Cunku hucrelerimiz kendi isinden haric bir de ne yazik ki disardan gelen bu cer cop ile ugrasmak zorunda kaliyor. 


Fakat diger yandan hucrelerimizin gunluk ihtiyaci olan vitamin ve mineralleri almasi gerekir. Eger bu ihtiyaci doktor veya uzman kontroluyle cesitli takviyelerle alirsaniz su orucu faydali olabilir. Fakat bunlarin kesilmesi, hucrelerin olumune davettiye cikarmak demek. Mide ve bagirsaklardan her gun vucuda giren vitamin ve mineraller, vucutta oncelik sirasina gore dagitilir ve boylelikle hucreler calisir. Zaten amac zararli maddelerden vucudu arindirip hucrelerin kendi islerini yapmaya odaklamakti fakat hucreye yeterli enerji gitmezse o isi de yapmasi mumkun olmayacak. Diyelim ki hic besin girisi yok, vucut sizi hayatta tutmak icin depolarinizi kullanir. Anne hamileyken yeterli kalsiyum almamissa vucuttaki kalsiyumun bebege aktarilip annenin dislerinin curudugunu hep duyariz. Ayni bunun gibi kemikleriniz ve kaslariniz zayiflamaya, organlariniz daha dusuk performansta calismaya ve vucudun bazi acil olmayan bolumlerin tabiri caizse salterleri indirmeye baslanir. Bu durumda ic organlarda olusacak deformasyon, su orucunun size saglayacagi kazanctan kat kat fazla olabilir ve sonrasinda bunu onarmak cok daha guc olabilir. Bu yuzden holistik tiptan destek almadan bu ise girismemek iyi olur.

1 Nisan 2023 Cumartesi

Tarikat

Nisan 01, 2023 6 Comments
Madem son yazıda öğrenmekten bahsettik, ordan devam edelim. 

Bir arkadaşım grup şeklinde yürütülen çalışmalardan biraz ürktüğünü söylemiş ve tarikat yakıştırması yapmıştı. Çünkü özellikte biz büyürken, anne banalarımız tarikatlardan uzak durmamız gerektiğini, oralarda beyin yıkandığını söylemişlerdi. 

Arkadaşım öyle deyince düşünmüştüm, beyin yıkama nedir nasıl olur? Ben kendi aklımı kontrol edemez miyim? 

Bu yazının konusu tarikatlar değil, yukarıda sorduğum sorular…

Diyelim ki yeni bilgilerden oluşan bir BİLGİ AKIŞına maruz kalıyoruz.

Bu bilgiler, iyi-kötü, doğru-yanlış ayrımı yapmaksızın her hangi bir bilgiyi kastediyorum, beynimize ulaştığında bir FİLTREden geçiyor. Bir nevi akıl süzgeci.

Bu filtre, bizim o güne kadar yaşadığımız tüm birikimler aracılığı ile oluşmuş. Bunun içinde daha ilk büyüdüğümüz aile ortamının alışkanlıkları, okuyup öğrendiklerimiz, aldığımız eğitimler, içinde bulunduğumuz ortamlar, yaşadığımız tecrübeler, seyrettiğimiz film ve videolar, izlediğimiz reklamlar… gibi bir çok unsurun harmanlanmasıyla yıllar içinde oluşmuş. Diğer bir deyişle yıllar içinde beynimiz zaten yoğun bir bilgi akışına maruz kalmış ve yıkanmış. Peki biz bu filtreyi ne kadar BİLİNÇLİ VE KONTROLLÜ ürettik. Bunun kontrol etmek elimizde miydi?

Tabi ki değildi. Üstelik filtremizi oluşturan alt yapının çoğu daha çocuklukta, bilinç üstümüzüm açık olmadığı dönemde kodlandı. Biraz büyüyüp akıllandığımızda ise toplumsal kurallar, adet ve gelenekler gibi çevresel faktörlerin etkisi devam etti. Şimdi yetişkinken bile, medya ve basın tarafından yapılan subliminal mesajların etkisi altındayız. Yani hayatımızın her bölümünde beynimize doldurduğumuz bilgilerin hiç biri yüzde yüz kontrolümüzde olmadı ve hiç bir zaman tamamen özgür düşünceli olmadık.

Bu durumda yeni bilgi akışına maruz kalmaktan neden korkuyorsun? Bunca sene tüm diğer her bilgiye yaptığın gibi, yüzde yüz kontrolünde olmasa da sana özel oluşmuş bir filtren zaten var, yine aynısını yaparsın olur biter.

Fakat eğer ben beynimdeki karmaşık filtrenin doğruluğuna güvenmiyorum, aklım bana oyun oynarsa diye korkuyorum dersen güvenebileceğin başka bir şey var : içindeki ses, kalbinin sesi veya ingilizce deyimiyle  gut. O sesi duymayı öğrendiğinde her zaman ama her zaman güvenebileceğin en doğru cevabı o verecektir. 

Evet ben bu güne kadar atıldığım tüm yeni maceralarda önce ona sordum ve hiç pişmanlık yaşamadım. Oysa akılla verdiğim kararlarda pişmanlıklarım oldu. 

O zaman, madem ona güvenmeyeceksek aklımız neden var diyebilirsiniz. Karar verme mekanizmasından başka bir sürü farklı konuda (bilgiyi işleme, yürütme, sonuçlandırma, geliştirme gibi yazmakla bitmeyecek bir sürü konuda ) akıl ve beyin çok çok önemli. Sadece şu konuda -bence- biraz yetersiz kalıyor. Diyelim ki belirsiz bir durum var ve onunla ilgili karar vermen gerekiyor. Bu kararı vermek için beyninde depolanmış tüm bilgi birikimlerinden itibaren mantıksal bir işlem yapıp sonuca varmaya çalışırsın fakat belirsizliklerden ötürü vardığın sonuç net değildir, şüpheler vardır ve risk alman gerekir. İşte böyle durumlarda referans olarak aklı değil kalbi almak daha iyi oluyor.


28 Mart 2023 Salı

Merhaba

Mart 28, 2023 8 Comments

Su an bilgisayarda ders calisirken blogumu ve yazmayi ozledigimi farkedip yazmaya koyuldum. Yasim neredeyse 44 oldu ama hala ders calisiyorum evet. Calismayi seviyorum o ayri ama sanki ogrencilik karakterimin bir parcasi oldu gibi. Muhakkak ki her insan hayati boyunca bir ogrencidir ama buna gonullu olusu veya olmayisi kisiden kisiye degisir. Kimininki mecburi ogrencilik kafasina vura vura ogretir hayat, kiminin ki gonullu ogrencilik daha nerden ilham alsam nerelere kossam diye dolanir durur. Benimki ikinci tur :)


Epey zaman once facebookta uyesi oldugum bir grupta bir uye soyle sormustu: yakinda emekli olacagim ve kendime ugraslar ariyorum ne yapsam? Ohooo dedim icimden bendeki listeleri bir bilsen. Tabi bir kac oneri de yazdim oraya. Fakat tabi benim emekliligi bekleyecek tahammulum yok, bu listeler her an uygulaniyor, degisiyor, cogaliyor, azaliyor, guncelleniyor... Zamanimin, hevesimin, merakimin elverdigi kadar artik ne kadar olursa ama illa ki bir seyler olacak sekilde. Bu blog bile tek basina benim kisisel merak tarihimin ufak bir guncesi.


Sabah kapiya gelen patatesci ile tamamen hollandaca konustum. Elbette hala sakir sukur degil ama eskiye gore daha iyi. Gecen hafta da hollanda pasaportu almak icin gerekli olan sinavlardan sonuncusunu gectigimi ogrendim. Bes tane bilgisayara karsi yapilan sinavi zaten uzun zaman once gecmistim (pandemiden cok once) fakat sonuncusu bir juriye karsi tamamen hollandaca konusmani gerektiren ve hollanda'da is hayatina nasil katki sunacagina dair onlari ikna etmen gereken bir sinavdi. Bu sinavi hali hazirda ise girmis ve calisiyor isen otomatikman geciyorsun ve ben de olur da ise girerim diye erteliyordum. Pandemi, o, su, bu derken benim is bulma surecim belirsiz bir acmaza girince sinava girmeye karar verdimdi (ki o da neredeyse bir yil once-sureci biraz uzun surdu). Neyse ki gorusmem guzel gecti, simdi vatandaslik icin tum sartlarim bitmis oldu, kismetse yakinda turk vatandasligimi kaybetmeden hollanda vatandasi da olacagim. Fakat tabi ki dili ogrenme surecim belki de omur boyu devam edecek.


Bir diger dersim de is bulmaya yonelik yaptigim yeni kariyer degisikligi uzerine. Data Science/ Engineer bolumune kaydim ve cesitli sertifikalar aldim, almaya devam ediyorum. Bu hafta bir sinavim var mesela ve henuz tarihini belirlemedigim bir baska sinavim. Calisacak cok sey var ama genelde calisirken kendimi unutuyor ve zamanin nasil gectigini anlamiyorsam o konu benim icin dogru konu demektir. Data konusu da simdilik oyle gidiyor cok sukur. 


Daha once paylastigim gibi kilo vermek icin katildigim saglikli yasam kampinda, fazla kilolarimi hizlica vermistim. Ondan sonra bir miktar daha vermeye devam etti ve simdi durdu. Ne kadar yersem yiyeyim kilo almiyorum. Bedenimi ve ruhumu tanimama yardimci olan bu programda ogrenme surecim ise her gun devam ediyor. Eskiden bilinenler ve yeni ogrenilenler yeniden simdiki bakis acimla, simdiki aklim ve kalbimle yeniden isleniyor, harmanlaniyor ve ortaya yeni seyler cikiyor. Ayni bir nehir yataginda suruklenen taslar gibi, kimileri surukleniyor, kimileri yari yolda takiliyor kaliyor kimi taslar henuz yeni eklenmis akintiya. Hep birlikte aka aka gidiyoruz.


Ebeveynlige dair ogrenmelerimiz ise her gecen gun esik atliyor tabi ki. Sanirim belli bir yastan sonra cocuk yetistirmek sadece neyi nasil yapacagin degil, bir sonraki gelen yenilige veya duruma ne kadar hizli adapte olacagin anafikrine indirgeniyor. Sanirim tempoyu artik yakaladik, durmadan tikir tikir ilerliyoruz.


Blog ve instagram postlarimda gecmise baktigimda, kendimde gordugum ve her zaman boyle bir ozelligim oldugu icin gurur duydugum seydi bilgilerimi paylasmak. Bir zaman bolca ve cokca paylastim. Sonra bir donem bunu insanlara akil vermek gibi gormeye basladim ve hic icimden gelmedi. Kimseye istemedikce akil vermemek gerektigini cok eskiden daha universitede calisirken zaten ogrenmistim ama etraftaki internet coplugunde o kadar cok sey var ki ben de paylassam ne olacak dusuncesiydi hakim olan. Simdi ise yine hasa akil vermek degil ama suna inaniyorum, belki siz de cokca tecrube etmissinizdir bana hep olur mesela, hani bir arayistasinizdir karsiniza pat diye o bilgi cikiverir, sonra sevinirsiniz; iste ayni onun gibi tersi de dogru, eger icimden gelen bir sey varsa yazmaliyim ki belki baska biri tam da onu ariyor o sirada. Sen yazmazsan ben yazmazsam korkarim ki ortalik AI robotlarina kalacak.


Bu yuzden ara sira da olsa gorusmek uzere ❤️





27 Ocak 2023 Cuma

Diy Duvar Apliği

Ocak 27, 2023 2 Comments

 Bu yazımda kablo ve elektrik tesisatı gerektirmeyen lambalardan bahsetmiş ve duvara mıknatısla yapışan düz bir model aldığımı söylemiştim. Hemen ardından bu lambalar için kendim bir aplik yaptım fakat ancak paylaşıyorum. Duvarımızın son hali şöyle: 


Bu duvar için aradığım görüntü ne çok modern ne de klasik bir şeydi. Doğal kağıt görünümü tarzı çok hoşuma gidiyordu. Bir gün pinterestte dolanırken balonun üzerine peçeteyi tutkalla yapıştırıp, kurumaya bırakılan küre şeklinde lambaderler gördüm. O doku çok hoşuma gidince benim de aklıma küreyi keserek yarım küre (veya başka şekilde) lambader yapmak aklıma geldi.

 Yöntem çok basit, istediğiniz boyutta bir balon şişirip üzerine sulandırılmış beyaz tutkalla peçeteleri yapıştırıyorsunuz. Bi fırça ile tutkalı sürerek balona yapıştırmak yeterli.

Ben biraz doku olsun diye katların arasına kekik koydum. Tohumlu kağıtlar gibi bir görünüm oldu. Bunu 5-6 kat yapıyorsunuz.



Peçetelerin işi bittikten sonra kurumaya bırakıyorsunuz. Bu birkaç gün sürdü. Saç kurutma makinesiyle kurutmadım çünkü balonun içindeki hava ısınınca genişlerse ve kağıtlar esnerse bozulursa diye riske girmedim. Fakat şimdi çok farkedeceğini düşünmüyorum, kurutma makinesi denenebilir.


Kuruyunca balonu patlatıyorsunuz ve çıkarıyorsunuz. Küre şeklinde bir kağıdınız oluyor. Ben bunu üçgen gibi kestim. Ama aslında tabi tam üçgen gibi değil çünkü yuvarlak şekilli bir kağıt bu. Daha çok yarım koni gibi diyebiliriz. Kenarlarına güçlü yapıştırıcı ile bambu chopstick leti yapıştırdım (evde vardı) ve arkasına tel gererek eğimini ayarladım.


Çok içime sindi. 

Duvara mıknatıslı lambayı yapıştırmıştım. Arkasına taktığım tel lambaya takılıyor ve düşmeden duruyor, zaten çok da hafif. Yani duvara ayrıca montaj yapmadım. İstenirse yapıştırılabilir veya telden bi askı falan yapılıp çiviye asılabilir. 

Tek pratik bulmadığım nokta aldığım lambalatın kumanda ile değil üzerindeki düğmeyle açılıp kapanması. Yine çok zor değil ama elimi sokup açmam gerekiyor. Ancak bunlar çok pahalı ürünler değildi, ilk fırsatta kumandalı olanlarından alacağım ve bunları da dolap içlerine takacağım (harekete duyarlı otomatik açılan modu da var- yani kapak açılınca yanacak). Siz en başta kumandalısını tercih edebilirsiniz.

Yine bu kağıtla istediğiniz şekilde tasarımlar yapabilirsiniz. Katmanların arasına çiçek yaprak gibi bitkiler konabilir, veya renkli peçeteler ile renkli, isterseniz suluboya gibi hafif renk geçişleri içeren lambaderler yapabilirsiniz. Sadece sizin hayal gücünüze kalmış. 

26 Ocak 2023 Perşembe

Yeni bir ben -II

Ocak 26, 2023 0 Comments

 


Ekim ayında katıldığım bir saglıklı yaşam kampından sonra, istediğim kilolardan nasıl kolayca kurtulduğumu ve ideal bedenime ulaştığımı anlattığım bir yazı yazmıştım uzun uzun. Biraz önce, telefondan o yazıdaki bazı imla hatalarını düzeltmeye çalışırken silindi. Bu yüzden kısa bi açıklama yapıp, katıldığım kamp hakkında bilgi almak isteyenlerin gecedesign@gmail.com adresinden veya instagram üzerinden bana ulaşabileceğini hatırlatmak istedim❤️.

İyi kandiller ✨

2 Kasım 2022 Çarşamba

Kablo ve Elektrik Tesisati Gerektirmeyen Duvar Apliği

Kasım 02, 2022 3 Comments

 


Birkaç hafta önce salonumuzun duvarında bir yenileme yaptım. İnstagramda bunu adım adım paylaşmıştım. Yukarıdaki fotoğrafta görülen şimdiki son hali. Fakat henüz tamam değil. 


Biraz hızlıca bahsedeyim, duvara çıtalama işlemi uyguladım ve hepsini boyadım. Çıtalama ile yapılan dekorlar çok hoşuma gidiyor ancak benim başka açıdan daha bu işleme ihtiyacım vardı. Evimizin bütün odaları betonun üzerine hiç bir sıva ve alçı yapılmadan duvar kağıdı ile yapılmış ve bu kağıtlar boyanabilir olmasına rağmen tam 20 yıllık. Salondaki kağıtlar hala çok iyi durumda ancak bu duvarda sadece, neden bilmiyorum (belki yandaki bitişik evden ötürü) kağıtlar birleşme yerlerinden kabarmaya başlamıştı. Sadece o çizgi yerinden yani. Kağıtları komple söküp yenilemek çok zahmetli olacağından aklıma daha basit bir çözüm olarak çıtalama geldi. Tam kağıtların birleşme yerine dikey olarak çıtaları yapıştırdım ve boyadım. Hayal ettiğimden daha güzel oldu. 


Duvara tablo olarak ne türde bir tablo asacağımı da epey düşündüm ama hep içimde heves olan kurutulmuş kır çiçeklerini sergilemeye karar verdim. Topladığım çiçekleri gazete kağıtlarının arasına koyup halının altına koydum. Bir kaç günde hazır oluyorlar.


Ve tabi bu tabloların yanına iki aplik istiyorum. Fakat gördüğünüz üzere elektrik tesisatı yok ve sarkan bir kablo olursa bunu saklayacak imkanım yok. Bu yüzden acaba kablo gerektirmeyen, duvara basitçe monte edilebilen lambalar var mı diye araştırmaya başladım. 

Varmış. Ilk önce şu ürünü gördüm. Duvara metal bir parça yapıştırılıyor ve ona mıknatısla tutunuyor. Arada çıkarıp, yada çıkarmadan usb kablo ile şarj oluyor. Tek hoşuma gitmeyen yanı tasarımın evin dekoruna uymamasıydı. Bir de sonradan araştırdıkça farkettim, bu lambanın maksimum ışık verdiğinde bile gücü oldukça az, daha çok gece lambası için ideal.



Daha sonra şu modelleri buldum. Yine şarj edilebiliyor ve mıknatısla yapışıyor.





Bunlardan hemen üstteki aydınlatma gücü açısından çok tatmin ediciydi. Fakat yine tasarımı bir türlü içime sinmedi. Duvarımız için çok modern görünüyor. 

En sonunda aşağıdaki dümdüz yuvarlak lambayı aldım. Diyeceksiniz ki e bu daha da modern hiç uymayacak, haklısınız. 

Ama mesela bu dümdüz yuvarlaklar da çok hoş duruyor. 


Sonra aklıma geldi, madem istediğim tasarımda bir lamba bulamıyorum, böyle düz yuvarlaklar üzerine istediğim tasarımda bir lamba şapkası bulurum. Ya da yaparım…Mesela aşağıdakiler gibi…





Devam edecek…


19 Ağustos 2022 Cuma

Bahçe Hayali

Ağustos 19, 2022 14 Comments

Upuzun bir aradan sonra merhaba.

Anlatacak çok şeyler birikti tabi ama şimdi en baştan anlatmak zor, sondan başlayalım yavaş yavaş ilerleriz kısmetse… 

Yıllar önce sanıyorum daha kızım bebekken zeytinliklerin imara açılması projeleri kalbimi yaralamış, o zamanlar gönlümden zeytinlik sahibi olmayı geçirmiştim. Gerçi o zamandan sonra tekrar benzer talan haberleri çıkmış ve toplumsal olarak duyarlılığımız azalmış gibi görünüyordu ama benim kalbimdeki heves hiç geçmedi. Eşim son 3-5 yıldır sahibinden.com üzerinden sistematik olarak arsa/zeytinlik ilanlarını tarıyordu. 

İlk başta istanbula çok uzak olmayan ve bozcaada sevdamız yüzünden bozcaadaya ara sıra kaçabileceğimiz mesafelere bakmıştık. Sonra neredeyse tüm ege kıyılarını taradı. Fakat bir türlü uygun bir ilan bulamadık. Ya bizim baktığımız dönemlere denk gelmedi, ya denize çok uzaktı vs… Geçen yaz karşısına bir ilan çıkmıştı. Aslında hiç düşünmediğimiz bir bölge olmasına rağmen neden olmasın dedik ve Edirne’nin Enez ilçesinde istediğimiz standartlara uygun bir arsamız oluverdi. Gerçekten olay çok hızlı gelişti, hatta Türkiye’den Hollanda’ya dönmek üzereydik ve vekalet ile emlakçı yaptı işlemlerimizi. Enez lokasyon olarak da hoşumuza gitti çünkü Yunanistan’a çok yakın ve İstanbul’a aşırı uzak değil. Daha tam araştırmadım ama varsa Yunanistan’a uçakla gelip oradan geçmek de mümkün olabilir. Ara sıra da gezmeye gidebiliriz. Ayrıca birkaç gündür test ettiğim üzere tam sevdiğimiz gibi, geniş kumsallı, berrak ve hiç de soğuk olmayan (soğuk olmayan bir ege denizi parçasının var olması inanılmaz bişey) bir denizi varmış💙

Zaman içinde zeytinlik hayalim biraz daha evrilmişti tabi, hem zeytin hem meyve ağaçları olsun, içine bir evcik konduralım ve mümkünse havuzu da olsun (çocukların hayali)🙃 Tabi bu durumda bahçemiz biraz ufalacak fakat belki ilerleyen zamanlarda civarında başka bir arazi bulup daha çok ekip biçme imkanımız da olur, kim bilir?  



Ben bahçeyi hiç görmediğim için bu yaz tatilinin bir kısmını Enez’de geçirelim, hem görelim hem birkaç ağaç ekelim istedik. Ne yazık ki bırakıp gideceğimiz için ilk etapta nispeten dayanıklı ağaçları seçtik, dualarla, niyetlerle, konuşa konuşa ekip, doğa anaya emanet ettik. 


Ağaç almak için Keşan Orman Fidanlık Şefliği’ne gitmiştik. Maalesef orada sadece orman ağaçları varmış. Görünce hepsini istiyor insan ancak sınırlı alan sebebiyle birkaç tane aldık. Şu üst resimdeki minnaklar mavi servi, hayali planımızda havuzun kenarına dikildi 3 adet. Hem yaz kış yaprak dökmüyor, hem de mis gibi kokuyor. Görünüşü zaten efsane. Buna renk olarak benzeyen mavi çam ağacına göre çok daha hızlı büyüyormuş, çam çok yavaş büyürmüş. 



Çınaraltı kahvelerindeki ulu çınarlara hep hayran olmuşumdur. Onların gölgesi gibi gölge yok bence. “Bahçenin bir köşesinde çınar olsa, altında minik bir kamelya ne güzel oturulur” hayali için de bir adet çınar aldım. Diğer orman ağaçlarımız ise sonbaharda kıpkırmızı yapraklarına hayran olduğum akçaağaç ve orada görünce dayanamayıp aldığım mabet ağacı oldu. 



Mabet ağacına olan hayranlığımı bir kaç ay önce instagramda yazmıştım ve hatta daha sonra eşim arayıp tarayıp (her yerde bulunmuyordu) ,hollandadaki bahçemize bir tane almıştı. 




Meyve ağaçları almak için ise özel başka bir fidanlığa gittik. Bahçede neredeyse tüm meyve ağaçlarının bulunmasını arzu ediyorum ancak şimdi bırakıp gideceğiz diye, dayanıklılığından ötürü zeytin ve badem, bir de nispeten büyük ve epey köklenmiş olan bir kiraz ağacı aldık. Meyve ağaçlarımıza annem ve ablam sponsor oldu, biz de onların adını verdik. Ananenin kirazı, (rahmetli babam için) dedenin bademi, teyzenin zeytinleri bol bereketli olsun inşallah. 

Sıcakta ağaçları dikerken eşimle epey bi yanmışız ama çok tatlı bir yorgunluktu. Şimdi hollandaya dönünce merak edeceklerim arasına, sevdiklerimizden başka bir de ağaçlarımız eklendi.

Güzel güzel büyüyün emi 🙏🏼

4 Şubat 2022 Cuma

2021/2022 Kışı

Şubat 04, 2022 6 Comments
- 28 Kasım’da eşimin babannesini kaybettik. Bu tarihten yaklaşık bir ay önce hastaneye yattığı için, o süre hep tedirgin bekleyişlerle geçti. 

 - Hemen ardından hollanda 3 haftalık bir kısmi kapanmaya girdi. Restoran ve cafeler , spor salonları sadece 5 e kadar açık. Çok dışarda yiyen bir aile değiliz ama ara sıra evden uzaklaşmak iyi oluyor. Saat 5 e kadar olunca hafta içi iş/okul, hafta sonu kalabalık diye pek mümkün olmadı. Kızım spor yaptığı için spor salonlarının erken kapanması onu çok etkiledi. Çünkü çoğunlukla çalışmaları 4,5-5 ten sonra başlıyor. Yer bulduysalar erken saatte (çünkü spor salonları farklı kulüpler için önceden kiralanmış oluyor), bulamadıysalar soğukta dışarda veya online yaptılar. 

 - 3 hafta dolmuştu ki bu sefer ardından 3 haftalık (yada 4 -şimdi tam emin değilim tarihlerden) tam kapanma başladı. Okulların 2 haftalık noel tatili bir hafta erkene alınarak 3 haftaya çıkarıldı. Tam kapanmada market/eczaneler ve zorunlu işyerleri hariç her yer kapanıyor. Restoranlar sadece take away veya eve teslim yapıyor. Bizi ise başka bir sürpriz bekliyordu. Okulun tatil olduğu günün ertesindeki gün, covidin evimize girdiğini anladık. İki hafta hep evdeydik. Bu sürede spor salonları tam kapalıydı tabi. Kızım pozitif olmadığı zamanlarda online veya dışarda jimnastiğine devam etti. 

 - Yılbaşı gününden itibaren, önceden planladığımız 4 günlük mini tatili yaptık. Hollanda içinde ama Almanya sınırına 5 dakikaydı. Hollanda’da her yer kapalı ama Almanya’da hayat devam ediyordu. Bir kaç gün almanya tarafına geçtik ve o anlar bunalmış bize çok iyi geldi.

 - 31 aralıkta halamın eşi olan eniştemi, 5 ocakta teyzemin eşi olan eniştemi kaybettik. Onların da son bir kaç haftası hastanede geçmişti ve her gün umutlarla bekleyiş/dua/endişe karışık geçmişti.

 - Tatil bitti okullar 10 ocakta açıldı. Fakat lock down 14 ocaga kadar devam edecekti. O hafta çocuklar okula sorunsuz gitti. Fakat sayılar hızla artıyordu ve insanlar tatilde başka yerlere (özellikle kayak yapmaya) gitmişti. 31 aralıkta doğum günü olan bir arkadaşım da bir kaç gün önce türkiyedeki teyzesinin cenazesine gitmiş doğum gününde dönmüştü. Kendi aramızda doğum günlerini es geçmiyoruz ama bu yıl hepimizin ayrıca bir buluşmaya çok ihtiyacı vardı. Haftalardır görüşmemiştik ve çok bunalmıştık.

 - 11 ocak’ta yakın bir otele rezervasyon yaptık. Otelin restoranları da kapalı ama oda servisi yapıyorlar ve o gece akşam yemeği, otelde konaklama ve sabah kahvaltısı paketi alıp bir gecelik kız kıza bir kaçamak yaptık. Nasıl iyi geldi. Benim için bu ayrıca bir dönüm noktasıydı ve çocuklar doğduğundan itibaren (kızım 10 yasında olacak martta) ilk defa onlardan ayrı bir yerde uyudum. Eve 5 dakikaydı ama olsun :)) Bu planı yaparken acaba lock down haftaya biteceği için beklesek, sonra standart bir restoranda mı yapsak diye düşünmüştük. Fakat iç sesim hayır diyordu iyi ki de ertelememişiz. 

- 13 ocakta oğlumun 18 ocakta eşimin doğum günlerini kendi aramızda evde kutladık. Oğlumun çok istediği partiyi ne zaman yapabiliriz henüz bilemiyorum.

- Sonraki hafta olan oldu(17 ocak ile başlayan hafta). Okullar resmen coştu. Salı günü kızımın sınıfı perşembe günü oğlumun sınıfı karantinaya girdi. O zamanki kurala göre sınıfta 3 çocuk pozitif ise karantina geliyordu. Aynı hafta içinde otele birlikte gittiğimiz hatta doğum günü olan arkadaşlarımın çocuklarının sınıfları da kapandı. Kapanmadan 4-5 gün sonra onların çocuklarında da çıktı ve covid tüm aile üyelerini sırayla dolaştı. Doğum günü olan arkadaşımın süreci yeni bitti, bir diğerinin bebeği hasta şuan, bir diğerinin evine ise yeni girdi henüz dün çocuğu pozitif çıktı.

 - Bizim çocukların sınıflarının kapanmasının ardından dersler bir süre online devam etti. Fakat hollanda genelinde o kadar çok okul/sınıf kapanmış ki kuralları yeniden güncellediler.24 ocaktan itibaren sınıf karantinası kalktı. Sadece pozitif olanlar evde, negatif olanlar okula gidebilir şeklinde değişti. Okul 6. sınıf ve yukarısına ücretsiz test dağıtıyor. 

 - O hafta maalesef oğlum okula başlayamadı çünkü üç öğretmeninin üçü de ve sınıfta 15 kadar öğrenci pozitifti. Sadece cuma günü tekrar başlayabildiler o da sınıfın yarısı ile.

 - Kızımın sınıfında ise çarşambadan (26 ocak) itibaren çocuklardan tekrar pozitif haberi gelmeye başladı. 15-16 çocuk aynı anda pozitif ve evde. Geçen haftanın devamında ve bu hafta boyunca kızımın sınıfının yarısı yok şu snda 14 çocuk pozitif). Oğlumun sınıfında ise çoğu çocuk atlattı ve bu hafta sınıf full olmasa da dolu. 

- Bir kaç gün önce hollandada günlük vaka sayıları +120bin kaydedildi. Bu güne kadarki en yüksek sayı ama hastaneler yoğun değil.

 - 14 ocakta biten lock down un ardından kademeli olarak açılmalar başladı. Önce mağazalar (5 e kadar) ve restoran, spor salonları açıldı. Dün itibariyle de gece kulüpleri açılmış. Artık her yer açık diyebiliriz. Müzeler de açıldı ki buna çok sevindik. 

 - Daha korona başlamadan önce her birimize müze kart almıştık ve fırsat buldukça geziyorduk. Normalde 1 yıl geçerli olan kart, korona döneminde müzelerin resmen kapalı olduğu tarihleri üzerlerine eklemek suretiyle süreleri uzatıldı. 2019 haziranında aldığımız kartın son kullanma süresi Mart 2022 oldu. Ne kadar uzun süre kapalı kalmış :(

 - Bu süre zarfında, kendimden ve arkadaşlarımdan, diğer velilerden edindiğim bilgilere göre, pozitif çıkan birisiyle kontak olduğunda, sizde de çıkması için 6-7 gün geçiyor (resmen 5. gün diyorlar ama beşinci gün negatif olup altıncı gün pozitife dönen çok oldu). 

 - Omicron kimi kişilerde semptom göstermiyor bu yüzden takibi zor ama yine de bulaştırıyor, çocuklardan yetişkinlere çok çabuk geçiyor.

 - Ancak üç aşılı olup ağır geçirenler de olabiliyor. Çocukların çoğunluğu hafif atlatıyor ama yüksek ateş, halsizlik (1-2 gün yatırma) ve boğaz ağrısı çekenler de var. 

- Genelde bir eve girince sırayla herkesi dolaşıyor, evdeki diğer kişilerde hastalığın çıkma zamanı 3-7 gün arası değişiyor. 

- Burada hızlı testlere rahat ulaştığımız için neredeyse her gün test yapıp durumu takip etme şansımız oluyor. Bu selftestlerin duyarlı olup olmadığı konusunda hep şüphe duyuyorduk ama öğrendik ki pozitif isen resmen ŞAK diye çıkıyormuş. Çoğunlukla iyi iş görüyor. Bir eve korona girdiğinde 20-30 civarı test harcanıyor 😥

 - Sanıyorum ki şubat ayı bu şekilde geçecek ve mart geldiğinde nüfusun büyük çoğunluğu geçirmiş olacak. 

-31 ocakta istanbulda 22 yaşındaki yeğenim aniden apandist ameliyatı oldu. O gün çok zor geçti, neyse ki şimdi oldukça iyi🙏🏼

 - Bu kış nasıl geçmiş not olsun istedim.


29 Aralık 2021 Çarşamba

Son anda hayatımıza giren pozitiflikler...

Aralık 29, 2021 8 Comments

 



 
Okullar 17 aralık günü, bir hafta erken olmak üzere noel tatiline girdi. Her cumartesi sabahı olduğu gibi, ertesi gün yani 18 aralıkta oğlum piyano dersine gidecekti. Fakat sürekli bir burun çekme hissi duyuyordu o sabah. Normalde burnu nadiren akan bir çocuktur ve bu hareketi dikkatimi çekti. Evde de kendin yapabildiğin hızlı testlerden olunca, bi test yapayım dedim. Anında sonuç çıktı: pozitif. İnanmadım bir daha yaptım, yine pozitif. İlk şoku atlattıktan sonra dersi iptal ettik, ne yapacağımızı falan düşündük.


Bu arada not olarak belirteyim, benim çocuklarda, önceden defalarca oldukları testlerde çok canları yandığı için (kızımın burnu kanadı bir seferinde) test fobisi oluşmuştu ve bu yüzden onlara tükürükle test yapıyorum. Bazen de iyice emin olmak için, burunlarını iyice sümkürtüp, önce çubuğu, burun ucuna gelen mukusa sonra tükürüğe bulayıp yapıyorum testi. Anında sonuç çıkıyor. Son bir haftada 20 kadar testi böyle yaptığımız için işe yaradığını söyleyebilirim.


Oğlumun pozitif sonucunu alınca, evde yine hepimize test yaptık. Geri kalan üçümüz negatiftik. Fakat sağlık bakanlığına göre beş gün karantina yapıp hepimiz bir daha test olmalıydık. Evin içinde ise oğlumu izole etme şansımız olmadı. Ben zaten testi öğrendiğim sabahın gecesi onunla sarmaş dolaş uyumuştum. Kaptıysak zaten kaptıktı. Bi de 7 yaşında çocuğu odasına hapsedip sen burda takıl demek imkansız gibi bişey.


Çarşamba sabahına geldiğimizde, evde iki adet test kalmıştı, önce oğlumu test ettik, neredeyse negatif ama çok hafif hala pozitif. Kızım negatif çıktığı ve karantinamız da bittiği için açık havadaki jimnastik dersine gitti. Biz eşimle test olamadığımız için o gün marketten yine test aldık ancak ertesi sabah yapabildik.


Oğlum hiç semptomsuz geçirdiği için (burun cekme hissi ertesi gün bitmişti ve hiç ateş olmadı) herhalde bize bulaşmamıştır ve böylece bu iş biter diye umuyorduk ki, kocamdan bir gol geldi :))  Perşembe sabahı yaptığımız testte bu sefer oğlum tamamen negatif, ben negatif, kızım negatif ve kocam pozitif çıktı. O da inanamadı çünkü önceki gün bir kaç kez hapşurması dışında (ki onun sayısı da maksimum 6-7 dir) hiç bir belirti hissetmiyordu. Emin olmak için resmi test merkezine gitti ve ertesi sabah oradan gelen sonuç da pozitifti.


Perşembe günü, evdeki test pozitif çıkar çıkmaz, onu çatı katına karantinaya aldık ve ben gece gündüz üç gün boyunca çocuklarla takıldım, haliyle bir miktar ruhsal ve bedensel olarak tükendim, endişenin getirdiği uykusuzluğun da etkisi olabilir tabi.  Neden üç gün derseniz, doktordan gelen bilgiye göre,

-aşılı ve semptomsuz isen 3 gün

-aşılı ve semptomlu isen 5 gün

-aşısız isen 14 gün karantina uygulaman gerekiyormuş.


Eşimin aramıza katıldığı pazar günü sabahı ben bir daha test olmak istedim çünkü bitkin hissediyordum ve kızım da önceki gün birkaç kez hapşurmuştu. Benim testim yine negatif (demek ki yorgunluktan ve yaklaşan aydönümüm sebepmiş) ama bu sefer de kızımınki pozitif. Haydaaa. Boşuna mı karantinaya attık babasını!!!


Hemen babasını izolasyondan çıkardık, kızını odasına yolladık ama tabi ki babaları yukardayken çocuklar zaten benim yatağıma taşınmış, gecelerdir beraber uyuyoruz, önceki gün dipdibeydik bu yüzden izolasyon pek mantıklı olmadı, zaten o da odasında çok uzun süre yalnız kalamadı (yaş 10 a çeyrek var). Kızımda da yine bariz bir semptom olmadı çok şükür.


Dün eşimin yine test merkezine gidip ikinci testini vermesi gerekiyordu ama o gün işleri çok yoğundu, bu gün gitti. Önce evde yine test olduk, kızım hala pozitif (diğerleri gibi gelişirse yarım negatife dönebilir), eşim negatif (oh bitmiş), ben yine negatif (şaşılacak şey ama çok şükür). Tabi hala risk altındayım ama umarım ben de sonuna kadar negatif devam ederim.


Ev içinde nasıl korunduk? Korunamadık.

Yaz tatilinden önce iki doz aşı olma imkanımız vardı ancak, tatil planını önceden yaptığımız için biz ikinci dozu bir kaç gün ile kaçırmıştık. Döndüğümüzde (ağustos sonu) ikinci dozlarımızı olmuştuk. Şansımıza moderna aşısı çıkmıştı. Ve corona olduğumuzda aşının üzerinden 4 ay geçmiş oluyordu. Bunun dışında corona olalım olmayalım eşim ve ben her gün günlük vitaminlerimizi alıyoruz ve ben ayrıca ilk pozitif haberimizi öğrendiğimiz günden itibaren, her gün suda eriyen 1000mg C vitamini içtim gazoz gibi (eşim içmediydi). Korunmak adına tek yaptıklarım bunlardı, ne maske ne izolasyon ne de dezenfektan falan ol(a)madı bizde.


Çocukların okulu tatil olduğu için ise biraz rahattık doğrusu, yoksa bir de evden dersleri takip etmek gerekecekti, o da ayrı stres unsuru olabilirdi. Şimdi sadece yayıldık, dinlendik oyun oynadık falan.


Sonuçta bu süreci hiç semptomsuz ve kolaylıkla -neredeyse- atlattık ama, endişeli bekleyişler, karantina uygulaması falan hiç de hoş değilmiş. Yine de çok şükür bin şükür ki böyle kolay geçti. O sabah oğlumu test yapmam da tamamen tesadüfi gelişti. Normalde hiç test yapmayıp hayatımıza devam edebilirdik ve belki de başkalarına bulaştırabilirdik. Bunun için ayrıca şükrediyorum. Umarım bir daha tekrarlanmaz ve hepimiz tez zamanda bu süreçten çıkıp normale dönelim inşallah.





23 Aralık 2021 Perşembe

Besle Kargayı Oysun Gözünü

Aralık 23, 2021 1 Comments

 Son günlerde Türkiye’de olanlar, okuduğum bir kitabı sıkça hatırlatıyor. O kitapta altı çizilecek o kadar çok bölüm var ki, hepsini paylaşmayı isterdim. Ancak buraya bir parçasını koymak istiyorum. Biraz uzun bir parça çünkü kitap da epey uzun, ama buraya aldığım kısım oldukça akıcı, kolay okunuyor.

Kitap: Atlas Silkindi - Ayn Rand

*************

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Şey, yirmi yıl çalıştığım o fabrikada bir olay olmuştu. İhtiyar ölüp vârisleri işi devraldığı zamandı. Üç kişiydiler. İki oğlu, bir de kızı vardı. Fabrikayı yönetmek için yeni bir plân ortaya koydular. Bizim de oyumuza sundular. Herkes...yani hemen hemen herkes oy verdi. Bilmiyorduk. İyi bir şey sanıyorduk. Yo, bu doğru değil. İyi olduğunu düşünmemiz gerektiğini sanıyorduk. Plâna göre, fabrikadaki herkes kendi yeteneğine göre çalışacak, ama parasını ihtiyacına göre alacaktı. Biz...ne oldu, hanımefendi? Neden öyle bakıyorsunuz?”

“Fabrikanın adı neydi?” diye sordu Dagny. Sesi ancak duyulabiliyordu.

“Twentieth Century Motor Şirketi’ydi, efendim. Starnesville, Wisconsin’de.”


“Devam edin.”


“Büyük bir toplantı düzenleyip, o plânı oyladık. Hepimiz oradaydık. Altı bin kişi kadar vardık. Fabrikada çalışanların tümü. Starnes varisleri plânla ilgili uzun konuşmalar yaptılar. Durum pek de net olmadı ama kimse soru falan sormadı. Hiçbirimiz plânın nasıl işleyeceğini bilmiyorduk, ama herkes ötekilerin bildiğini düşünüyordu. Kuşku duyan varsa, suçluluk duyuyor, çenesini kapalı tutuyordu, çünkü sunuluşta genel hava, buna karşı çıkanın çocuk katili gibi bir şey olduğu, insan-altı, aşağının bayağısı bir yaratık olduğu yolundaydı. Bize bu plânın soylu bir ideali gerçekleştireceğini söylediler. Nereden bilecektik? Aynı şeyi ömrümüz boyunca duymadık mı? Anamızdan, babamızdan, okuldaki öğretmenlerimizden, papazlarımızdan, okuduğumuz her gazeteden, seyrettiğimiz her filmden, dinlediğimiz her nutuktan hep aynı mesajı almadık mı? Bunun hakkaniyetli ve doğru davranış olduğunu dinlemedik mi? Belki o toplantıda yaptığımızın bir hafifletici sebebi bu olabilir. Sonunda plâna oy verdik...ve başımıza gelecekleri de hakettik. Biliyor musunuz, hanımefendi, dört yıl boyunca Twentieth Century fabrikasında o plân altında çalışan bizler, bir bakıma kaderi işaretlenmiş insanlardık. Cehennem nasıl bir yer olabilir ki? Kötülük...çirkin, çıplak, sırıtkan bir kötülük, öyle değil mi? İşte bizim gördüğümüz, olmasına yardım ettiğimiz de oydu. Sanıyorum biz lanetlendik. Her birimiz. Belki de asla bağışlanmayacağız...


“O plân nasıl işledi, insanlara neler yaptı, biliyor musunuz? Dibinde geniş bir gider borusu olan depoya su doldurmaya çalışır gibi. Her döktüğün kova su, dipteki deliği biraz daha büyütüyor. Ne kadar çok çalışırsan, senden o kadar daha fazlası bekleniyor, haftada kırk saat kova kova su taşıyorsun, sonra kırksekize, ellialtıya çıkıyor, çünkü komşun yemeğe gidecektir, karısı ameliyat olacaktır, çocuğu kızamık çıkarmıştır, annesi tekerlekli sandalyededir, amcasının gömleğini ütüleyecektir, yeğeninin okul sorunu vardır, bitişikte bebek doğuyordur, çevrendeki herkesin sorunu vardır. altının bağlandığı dönemden, takma diş taktığı döneme kadar. Hep onlar alacak, sen de çalışacaksın. Gün doğumundan gün batımına. Ay be ay, yıl be yıl. Karşılığında gösterebileceğin tek şey, döktüğün terler. Tek ödülün onların zevki. Durup dinlenmeden ömrün boyunca çalışman karşılığında...umutsuzca, sonsuza kadar...! Herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı ölçüsünde...


Hepimiz kocaman bir aileyiz, demişlerdi bize. Bu işte hepimiz beraberiz. Ama herkes birlikte dikilip bir tek asetilen meşalesini günde on saat çalıştıracak değil. Herkesin aynı anda karnı ağrımaz. Herkesin yeteneği ne demek ve kimin ihtiyacı ön plânda? Her şey bir tek kabın içindeyse, kimsenin kendi ihtiyaçlarına kendisinin karar vermesine izin veremezsin, değil mi? Verirsen, belki de bir yata ihtiyacı olduğunu “bir arabası olana kadar ben hastanelik olurcasına çalışacağım, neden benden yat da istemesin ki? Madem hâlâ yıkılmadım ve hâlâ yeteneğim var...? Olmaz mı? İsteyemez mi? O hâlde o kendi salonunu badana ettirene kadar benim kahveme süt koymadan yaşamamı nasıl isteyebiliyor? Her neyse...sonunda kimsenin kendi ihtiyacına ve kendi yeteneğine kendisinin karar vermemesi kararlaştırıldı. Oy verdik. Evet, hanımefendi, yılda iki kere genel toplantı yapıyor, oy kullanıyorduk. Başka nasıl olabilirdi ki? Böyle bir düzende neler olacağını düşünmek ister misiniz? Kendimizi dilenci durumuna düşürdüğümüzü bir toplantı süresi içinde anladık. Lanet olası, sızlanan dilencilerdik hepimiz. Çünkü hiçbirimiz ücretini hak ederek aldığını iddia edemiyordu. Hakkı da yoktu, kazancı da. Emeği kendine ait değildi, ‘aileye’ aitti. Ve onlar da karşılığında ona hiçbir şey borçlu değillerdi. Kendisi onlardan bir tek talepte bulunabiliyordu, o da ihtiyacıydı. Yani herkesin önünde dilenmesi, ihtiyaçlarını anlatması gerekiyordu. Dertlerini, sorunlarını sayıp dökecek, ‘ailenin’ kendisine sadaka vermesini bekleyecekti. Ne kadar sefil durumda olduğunu anlatmak zorundaydı, çünkü artık geçer akçe olan sefaletti, çalışma değildi. Böylelikle olay, altı bin dilenci arasında bir yarışmaya döndü. Herkes kendi ihtiyacının ötekinin ihtiyacından daha beter olduğunu ileri sürüyordu. Başka nasıl yapılabilirdi ki? Neler olduğunu tahmin etmek ister misiniz? Hangi tür insanların sessiz kaldığını, utandığını, buna karşılık hangilerinin tombalayı tutturduğunu.


“Ama o kadarla da kalmadı. Aynı toplantıda bir şeyi daha fark ettik. Fabrikanın üretimi ilk yarı yılda yüzde kırk düşmüştü. Bu sefer, birilerinin yeteneği oranında çalışmadığını kararlaştırdık. Kim? Nasıl öğrenilebilir? ‘Aile’ bunu oya koydu, hangi adamların en iyiler olduğuna karar verildi, o insanlar altı ay boyunca her akşam fazla mesai yapmaya mahkûm edildi. Parasız fazla mesai. Çünkü paranızı süreye göre, emeğe göre falan almıyor, ihtiyaca göre alıyordunuz.

“Daha sonra neler olduğunu anlatmam gerekli mi? Bir zamanlar insanken şimdi ne tür yaratıklara dönüştüğümüzü? Yeteneklerimizi saklamaya başladık. İşi yavaşlatıyor, yandaki adamdan daha hızlı çalışmamak için kartal kesiliyorduk. Başka ne yapabilirdik? ‘Aile’ için elden geleni yapsak, bize teşekkür ya da ödül gelmeyecek, ceza gelecekti. Bir dizi motoru mahveden, sakarlığından ötürü fabrikaya para kaybettiren her salağın yaptığını, akşamlarımızla, Cumartesi-Pazar’larımızla ödeyecek olan bizdik. Dolayısıyla biz de işe yaramaz olmak için elimizden geleni yapmaya başladık.


“Bir delikanlı vardı. Yeni soylu ideal uğruna pek ateşli başlamış, yola koyulmuştu. Zeki çocuktu. Pek okul eğitimi almış değildi, ama omuzlarının üzerinde harika bir kafa taşıyordu. Daha ilk yıl içinde, hepimize binlerce adam-saat kazandıracak bir iş süreci keşfetti. ‘Aileye’ armağan etti onu. Karşılığında da hiçbir şey istemedi. İsteyemezdi zaten, ama o razıydı. İdeal uğruna, dedi. Ama oylamada en “mahkûm edilince, ağzını da, beynini de kapattı. İkinci yıl hiçbir parlak fikir ileri sürmedi tabiî.


“Kâr sisteminin fasit dairesi hakkında bize neler söylerlerdi? Hani insanların işi başkasından daha iyi yapma yolunda rekabete girişmesi sistemi hakkında? ‘Fasit’ derlerdi değil mi? Yani fesat, kötü. Bir de bunu, herkesin başkasından daha kötü iş çıkarmak için rekabet ettiği sistemle karşılaştırsınlar. Bir insanı insanlıktan çıkarmanın en kısa yolu, işini iyi yapmak için değil de, mümkün olan en kötü biçimde yapmak için gün be gün uğraşmak zorunda bırakmaktır. içkiden de, aylaklıktan da, hayatını kazanmak için soygunlara yönelmekten de daha çabuk bitirir adamı. Ama bizim hastalık ve beceriksizlik numarası yapmaktan başka çaremiz kalmamıştı. En büyük korkumuz, yetenekli olduğumuzdan kuşkulanılacağıydı. Yetenek, üstünüze asla ödeyemeyeceğiniz bir ipoteğin konması demekti. Hem, ne diye çalışacaktık ki? Taban ücretin size nasılsa, çalışsanız da, çalışmasanız da verileceğini biliyorsunuz. Yani barınak ve yemek ihtiyacınız karşılanacak. Ne kadar çok çalışırsanız çalışın, onun üzerinde bir şey alabilme şansınız da yok. Gelecek yıl bir kat yeni elbise alabileceğinize bile güvenemezsiniz. Belki ‘giysi tahsisatı’ verirler, belki de vermezler. Biri bacağını kırmışsa, ameliyat olacaksa, yeni bebekleri olmuşsa, alamazsınız. Eğer herkesin yeni elbise almasına yetecek para yoksa, siz de alamazsınız.


“Bir adam vardı, Ömrü boyunca çok çalışmıştı, çünkü oğlunu üniversiteye yollamayı her şeyden çok istiyordu. Oğlan plânın ikinci yılında liseyi bitirdi...ama ‘aile’ babaya oğlunun üniversiteye göndermesi için tahsisa vermedi. Herkesin oğlunu üniversiteye yollayacak kadar paramız olana kadar oğlunun üniversiteye gidemeyeceğini söylediler ona. Ama daha önce herkesin çocuğunu liseye yollayabilmek gerekiyordu. Daha ona bile yetecek para yoktu. Baba ertesi yıl öldü. Barda biriyle bıçak kavgası yaparken. Hiç uğruna. Böyle kavgalar aramızda pek sık çıkmaya başlamıştı.


“Sonra bir yaşlı adam vardı. Duldu, ailesi yoktu. Tek hobisi, plak koleksiyonuydu. Hayattaki tek zevki ve varlığı oydu sanıyorum. Daha önceleri bazen yemek yemekten vazgeçer, en son çıkan klasik müzik plaklarından bir tane alabilmeye çalışırdı. Ona plakları için tahsisat vermediler. Kişisel lüks, dediler. Ama aynı toplantıda Millie Bush...o da birinin kızıydı, sekiz yaşında, çirkin, huysuz bir kızdı...dişlek dişleri düzeltilsin diye tahsisat aldı. Onunki ‘tıbbî ihtiyaç’ sayıldı, çünkü şirketin psikiyatristi, dişleri düzelmezse zavallı kızın aşağılık kompleksine kapılacağını söyledi. Müzik seven yaşlı adam kendini içkiye verdi. artık onu hiç ayık göremez olduk. Bir gece sendeleyerek yolda giderken Millie Bush’u görmüş, yumruğunu savurduğu gibi kızın dişlerini dökmüş. Bir tane sağlam diş bırakmamış ağzında.


“Tabiî aslında hepimiz kendimizi içkiye vermiştik. Kimimiz biraz az, kimimiz biraz fazla. Bu iş için parayı nereden bulduğumuzu hiç sormayın. Saygın zevklerin hepsi yasak olunca, kötü zevkler için her zaman bir yol bulunur. İnsan klasik müzik plakları almak için bakkal dükkânı soymaz, arkadaşının cebinden para araklamaz, ama eğer istediği zil zuma sarhoş olup her şeyi unutmaksa, o zaman yapar. Olta takımı? Av tüfeği? Fotoğraf makinesi? Hobiler? Hiç kimseye ‘eğlence tahsisatı’ yoktu. ‘Eğlence’ ilk devre dışı bırakılan şeydi. Biri bir şeyden vazgeçmenizi istediğinde, o şey size zevk veren bir şeyse, utanç hissetmez misiniz? Tütün tahsisatımız bile indirildi, ayda iki paket sigara alabilecek duruma düştük. O paranın bebeklerin süt fonuna gideceği söylendi. Tek düşmeyen rakam bebek doğumlarıydı. Bir tek o yükseldi ve yükselmeyi sürdürdü. Herhalde insanların başka yapacak işi kalmadığı için. Ayrıca kaygıları da yoktu, çünkü bebekler onların sorumluluğunda değil, ‘ailenin’ sorumluluğundaydı. Aslında birazcık fazla para koparıp soluk alabilmek için tek yolunuz da ‘bebek tahsisatı’ almaktı. Bir o, bir de ağır hastalık.


“Çok geçmeden bu işlerin nasıl işlediğini görebildik. Dürüst kalmaya çalışan, her şeyini feda etmek, her şeyden vazgeçmek zorundaydı. Zevk almanın tadını bile unutur öyleleri. Beş sentlik tütün içmekten, çiklet çiğnemekten bile nefret etti, çünkü o beş sente başkasının daha çok ihtiyacı olup olmadığını düşünür oldu. Ağzına soktuğu her lokma yemekten utandı, bunun parasının acaba kimlerin yorgun gece mesaisinden çıktığını merak etti. Yiyeceğinin kendi hakkı olmadığını biliyor, kandırmaktansa kendisinin kandırılmasını, kan emici olmaktansa enayi olmayı diliyordu. Evlenmiyordu, ailesine yardım falan etmiyordu, çünkü ‘ailenin’ üzerine yeni bir yük yüklemek istemiyordu. Zaten içinde biraz sorumluluk duygusu varsa, hiçbir şeyi plânlayamayacağı, hiçbir şey için söz veremeyeceği, hiçbir şeye güvenemeyeceği böyle bir dünyaya çocuk getirmek de istemiyordu. Ama değersiz ve sorumsuz olanlar için sanki bayram gelmişti Habire bebek yapıyorlar, kızların başını belaya sokuyorlar, ülkenin her yanından türlü değersiz akrabalarını yanlarına çağırıyorlar, her bekâr hamile kız kardeşi çağırıyor, bu sayede biraz daha ‘ihtiyaç tahsisatı’ almaya çabalıyorlardı. Doktorların inceleyemeyeceği kadar çok hastalık izni aldılar. Evlerindeki giysilerini, eşyalarını hırpaladılar...ne olacak ki, nasılsa parasını ‘aile' veriyordu! Bizlerin aklına bile gelemeyecek ihtiyaçlar bulup öne sürdüler. Bu konuda özel bir yetenek geliştirdiler. Eh, onların da gösterebildikleri tek yetenek oydu.”


“Tanrı yardımcımız olsun, hanımefendi! Neler gördüğümüzü düşünebiliyor musunuz? Bize, bu düzene uygun yaşamanız gerek deniyor, bu düzen ahlâkî yasa olarak adlandırılıyordu, Oysa o yasa, uyanları ve uygulayanları uyguladılar diye cezalandırıyordu. Yasaya uymaya ne kadar uğraşırsanız, o kadar çok ıstırap çekiyordunuz. Ne kadar hile yaparsanız o kadar ödüllendiriliyordunuz. Sizin dürüstlüğünüz, başka birinin namussuzluğuna teslim edilmiş bir araç gibiydi. Namuslular ödüyor, namussuzlar alıyordu. Namuslular kaybediyor, namussuzlar kazanıyordu. Böyle bir iyilik yasası altında insanlar ne kadar iyi kalabilirdi ki? Başlangıçta hepimiz oldukça dürüst insanlardık. Aramızda pek düzenbaz kimse yoktu. İşimizi biliyor, bundan gurur duyuyorduk. Ülkenin en iyi fabrikasında çalışıyorduk, çünkü ihtiyar Starnes işe yalnızca kendi dalında en mükemmel kimseleri alırdı. Yeni plan devreye girdikten bir yıl sonra, aramızda bir tek dürüst adam kalmamıştı. İşte kötülük oydu. Papazların anlatmaya çalıştığı cehennem oydu. Ama insan onu sağken görmeyi beklemiyordu. Plânın tek berbat yanı yalnız namussuzları teşvik etmesi değildi, aynı zamanda dürüst adamların namussuzlaşmasına da sebep oluyor. Zaten yapabileceği başka bir şey de yoktu...üstelik adına da ‘manevi ideal’ deniyordu!


“Ne uğruna çalışmamız bekleniyordu ki? Kardeşlik sevgisi adına mı? Hangi kardeş? Etrafta gördüğümüz serseriler, aylaklar ve mızmızlar için mi? İster düzenbaz olsunlar, ister tembel, ister yeteneksiz...bize neydi? Eğer varlığımız onların gerçek ya da uydurma yetersizliğine endekslenecekse, bunu ne kadar sürdürebilirdik? Onların yeteneğini bilecek durumda değildik, ihtiyaçlarını da biz kontrol edemezdik. Tek bildiğimiz, yarı hastane, yarı antrepo gibi bir yerde yük hayvanı gibi işe koşulmuş olduğumuz, kör gibi çalışıp durduğumuzdu. Çalıştığımız bu yer yalnızca iş göremezliğe, felâkete, hastalığa endekslenmişti. Hayvanlar bir ihtiyaç iddiasıyla oraya atılıyor, onların iyileşmesi bekleniyordu.


“Kardeş sevgisi mi? Biz orada insan kardeşlerimizden gerçek anlamda nefret etmeyi ilk defa öğrendik. Her yuttukları lokma için nefret ettik onlardan. Her küçük zevkleri için. Yeni gömlek giyenden, karısı şapka isteyenden, ailesiyle gezmeye gidenden, evini boyatandan nefret ettik. Bizden alınıyordu bunların parası. Bizim yoksunluklarımızdan, bizim açlığımızdan çıkıyordu. Birbirimizi gözlemeye başladık. Birinin ihtiyaçları konusunda yalan söylemiş olduğunu yakalamaya, gelecek toplantıda tahsisatını kestirmeye çalıştık. Jurnalciler kullandık. Biri bir pazar sofrası için ailesine bir hindi götürse, parasını kumardan kazandığını kanıtlamak istedik. Birbirimizin hayatına karışır olduk. Aile kavgalarını kışkırttık, akrabaların evlerden kovulmasını sağlamaya çalıştık. Arkadaşımız bir kızla ciddi bir ilişkiye başladığında, her ikisinin de hayatını cehenneme çeviriyorduk. Pek çok nişanların bozulmasına sebep olduk. Kimsenin evlenmesini istemiyorduk, çünkü bakmakla, beslemekle mükellef olduğumuz kişi sayısının artması işimize gelmiyordu.


“Eski günlerde birinin bebeği olursa kutlardık. Sıkıntılı günler geçiriyorsa, para toplar, hastane faturasına yardımcı olurduk. Oysa artık bir bebek doğunca, anasıyla babasıyla haftalarca konuşmuyorduk. Çiftçiler için çekirgeler neyse, bizim için de bebekler o hâle gelmişti. Eskiden birimizin ailesinde kötü bir hastalık olunca ona yardım ederdik. Oysa artık...bakın, size bir olayı anlatayım. Onbeş yıldır bizimle olan birinin annesi hastalandı, iyi bir kadıncağızdı. Neşeli, bilge biriydi. Hepimizi ilk adımızla çağıracak kadar tanırdı, biz de onu çok severdik. Yani önceden. Bir gün bodruma inen merdivenlerde ayağı kaymış, düşüp kalçasını kırmış. O yaşta bunun ne anlama geldiğini biliyorduk. Şirketin doktoru, kasabadaki hastaneye gönderilmesi gerektiğini söylemiş. Bu uzun sürecek pahalı bir tedavi demekti. Yaşlı kadın hastaneye gitmeden önceki gece öldü. Ölüm nedenini asla saptayamadılar. Hayır, cinayet olup olmadığını bilmiyorum. Kimse olaydan söz etmiyordu. Tek bildiğim, benim bile...işte unutamadığım bu asıl...benim bile, keşke ölse diye düşünmüş olduğum. Tanrı günahlarımızı affetsin, plânın bize sağladığı kardeşlik, güvenlik, bereket buydu işte!”


“İnsanoğlunun böyle dehşet verici bir düzeye alçalması için hiçbir neden var mı? Bundan yarar sağlayan hiç kimse var mı? Evet, vardı. Starnes’ların vârisleri. Umarım bana, bir serveti feda ettiklerini, fabrikayı bize hediye ettiklerini hatırlatmaya kalkışmazsınız. Buna bir ara biz de kanmıştık. Evet, fabrikayı feda ettikleri doğru. Ama kazanç, aslında neyin peşinde olduğunuza göre değişir. Starnes vârislerinin peşinde olduğa şey ise, dünyada hiçbir parayla satın alamayacağınız bir şeydi. Para aslında çok temiz ve masum kalır onun yanında.


“Eric Starnes en küçükleriydi. Deniz anası gibi, omurgasız bir adamdı. Belli bir şeyin peşinde olacak kadar cesareti yoktu. Kendini halkla ilişkiler departmanı müdürümüz olarak seçtirtti. Pek iş yapan bir departman değildi, ama bir kadrosu vardı, yapılması gerekmeyen işleri yapmayan onlar oluyor, dolayısıyla genç Starnes’ın ofise gelmesi pek gerekmiyordu. Aldığı ücret...aslında ücret diyemem, çünkü hiçbirimiz ücret almıyorduk. Demek istediğim, ona verilmesi oylarla kararlaştırılan para pek müthiş bir şey değildi. Benim aldığımın on katı kadar falandı. Asıl zenginlik o değil. Eric’in paraya aldırdığı yoktu. Parası olsa, nereye harcayacağını bilemezdi. Vaktini bizim aramızda dolanmakla geçirir, kendinin ne kadar dost canlısı ve demokratik olduğunu kanıtlamak isterdi. Herkes kendisini sevsin istiyordu galiba. Bunu sağlama biçimi olarak da, ikide bir bize fabrikasını verdiğini hatırlatmayı seçmişti. Tahammül edemiyorduk ona.


“Gerald Starnes bizim Üretim Müdürümüzdü. Onun kaç para yonttuğunu, yani ne kadar sadaka aldığını hiç öğrenemedik. Bunu çözebilmek için ordu dolusu muhasebeci, paraların nasıl ona kanalize edildiğini çözmek için de ordu dolusu mühendis gerekirdi herhalde. Paralar sözde, onun değildi. Şirket masraftan içindi. Gerald’ın üç arabası, dört sekreteri, beş telefonu vardı, şampanyalı ve havyarlı öyle partiler verirdi ki, ülkede doğru dürüst vergi ödeyen hiçbir zengin patronun parası yetmezdi. Bir yılda harcadığı para, babasının son iki yılında ettiği kârdan daha fazlaydı. Gerald’ın ofisinde elli kilo ağırlığında dergiler bulduk. Bu dergilerde, bizim şirketle ilgili yazılar vardı. Gerald Starnes’ın koca koca resimlerini basmışlar, ondan ‘büyük sosyal lider’ diye söz etmişlerdi. Dergileri gerçekten tarttık, elli kilo geldi. Gerald geceleri üretim katına gelmeyi severdi. Smokiniyle. Beş sent boyunda pırlanta kol düğmeleriyle. Purosunun küllerini her yana saça saça. Herhangi namussuz bir it çıkagelse de parasını böyle sergilese, o bile insanın sinirine dokunur, ya bakarsınız, ya da bakmazsınız. Ama Gerald Starnes gibi bir it gelip bunu yaparsa, üstelik bunun ‘aile’ için bir fedakarlık olduğunu, hiçbirinin kendisine ait olmadığını, ama şirketin prestijini yüksek tutmak gerektiğini yutturmaya kalkarsa, o zaman ona duyduğunuz nefret, daha önce hiçbir insana duymadığınız kadar büyük olur.


“Yine de en kötüsü, ablası Ivy idi O gerçekten maddiyata aldırış etmiyordu. Aldığı sadaka bizimkinden fazla değildi. Ne kadar derviş biri olduğunu göstermek için düz pabuçlarla, gömleklerle dolanırdı. O da Dağıtım Müdürümüzdü. İhtiyaçlarımızdan sorumlu kişi oydu. Yani bizi gırtlağımızdan yakalamış olan oydu. Aslında dağıtıma oylamalar sonucunda karar verildiği söyleniyordu. Halkın sesi yani. Ama o halk altı bin haykıran sersemse, hiçbir ölçüte ve mantığa dayanmadan oy veriyorlarsa, oyunun kuralları yoksa, herkes her şeyi isteyebiliyorsa ama hiçbir şeye hakkı yoksa, herkes kendinden başka herkesin ipini elinde tutuyorsa, o zaman halkın sesi Ivy Starnes oluveriyor. İkinci yılın sonunda ‘aile toplantıları' numarasına son verdik. Bunu ‘üretim etkinliği ve zaman tasarrufu’ adına yaptık. Her toplantı on gün sürüyordu çünkü. Daha sonra tüm ihtiyaç dilekçeleri Bayan Starnes’in ofisine gönderilmeye başlandı. Yo, gönderilmek değil, dilekçeyi veren şahsen gidip onu Bayan Starnes’e kendisi okumak zorundaydı. Sonra Bayan Starnes’in kendisi bir ihtiyaç listesi hazırlıyor, kırkbeş dakika süren bir toplantıda bize okuyor, onayımıza sunuyordu. Gündeme sorular ve itirazlar için on dakikalık süre konmuştu. Biz itiraz etmiyorduk. O zamana kadar dersimizi almıştık. Bir fabrikanın gelirini hiç kimse altı bin kişiye, elinde insanların değerini ölçmek için bir standart olmadan paylaştıramaz. Onun standartı da yağ çekilmesiydi. Fedakârmış, öyle mi? Babasının zamanında adamın onca parası, ona işçileriyle bu biçim konuşma hakkını vermezdi. En kötü işçiyle bile. Kızı en iyi işçilerimizle ve karılarıyla işte öyle konuşuyordu. Açık renk gözleri balık gibi, soğuk ve ölüydü. Eğer gerçek kötülüğü somut biçimiyle görmek isterseniz, ona itiraz etmiş bir işçiye, taban ücretten bir kuruş bile fazla alamayacağını söylerkenki pırıltılı bakışını görmeniz yeterdi. İşte o bakışı gördüğünüz anda, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” gibi bir sloganı getiren insanın gerçek amacını da anlamış olurdunuz.


“Olayın asıl sırrı buydu. Başlangıçta şaşıyordum. Dünyanın iyi eğitilmiş, kültürlü, ünlü insanları nasıl bu kadar büyük bir hata yapabiliyor da böyle fecî bir düzeni doğru ve hakkaniyetli diye savunabiliyordu? Oysa bu savundukları şey uygulandığı takdirde neler olacağını beş dakika düşünseler, her şeyi anlayabilirlerdi. Şimdi anlıyorum ki bunu bir hata sonucu yapmıyorlarmış. Bu çaptaki yanlışlar asla masumiyetle yapılamaz. Eğer insanlar hain bir çılgınlığa kapılıyorsa, üstelik bunu işletemiyor ve bu seçimlerinin mantıksal açıklamasını da yapmak zorunda kalmıyorlarsa, asıl sebebi gizlemek istiyorlar demektir. O ilk toplantıda plâna oy verirken biz de o kadar masum değildik. Ortaya döktükleri zırvanın iyi bir şey olduğuna inandığımızdan değildi. Bizim de başka nedenimiz vardı, ama bu zırva hikâye, asıl niyetimizi kendimizden ve ötekilerden saklamamızı sağlıyordu. Bu sayede, itiraf etmekten utanacağımız bir şeyi iyilik diye yutturmuş oluyorduk. Buna oy verenlerin hepsi, kendinden daha yetenekli insanların kârından pay alacağını umdu. Kişi ne kadar zengin ya da zeki olursa olsun, hep kendinden daha zengin ve daha akıllı birilerini gözler durur. Bu plân ona, kendinden iyi olan o kişinin servetinden ve beyninden bir parça getirecekti. Bu arada kendinden yukarda olanların parasından da hak etmediği paylar alabilecekti. Daha aşağıdakilerin de hak etmedikleri bir şeyleri alacaklarını unutuyordu. Kendisi nasıl yukarıdakileri soyup dımdızlak bırakmaya niyetleniyorsa, daha aşağıdakilerin de kendisi için aynı şeyi düşündüklerini unutuyordu. İhtiyacı nedeniyle kendisinin de patronu gibi limuzin arabaya bineceğini hayal eden işçi, her dilencinin de ihtiyaç nedeniyle onun evindeki buzdolabını talep etmeye hakkı olduğunu aklına getirmiyordu. Oy verirken asıl amacımız oydu. İşin aslı oydu. Ama bunu düşünmekten hoşlanmıyorduk. Hoşlanmayınca da, ortak çıkarlara olan sevgimizi daha yüksek sesle haykırıyorduk.


“Eh, çanak tuttuk, belâyı başımıza getirdik. İstediğimiz şeyin ne olduğunu gördüğümüz zaman zaten iş işten geçmişti. Tuzağa kısılmıştık ve gidecek yerimiz kalmamıştı. İçimizdeki en iyiler, plân uygulamaya konulduktan bir hafta sonra çekip gitmişlerdi En iyi mühendislerimizi şeflerimizi ustabaşılarımızı, uzman işçilerimizi kaybettik. Kendine saygısı olan bir insan, herkesin sağdığı bir inek durumuna düşmek istemez. Bazı yetenekli adamlarımız dayanmaya çalıştı, ama uzun süre sürdüremediler. Habire adam kaybediyorduk. Mikroplu çukurdan kaçar gibi kaçıyorlardı fabrikadan. Sonunda kala kala yalnızca ihtiyaçları olanlar kaldı, yetenekleri olanlardan hiç kimse kalmadı.

İyi olduğumuz hâlde hâlâ kalmış olan bizler de, fazla uzun süre bu işyerinde çalışmış kimselerdik. Eskiden hiç kimse Twentieth Century’den ayrılıp gitmezdi. Kendimizi bir türlü bu şirketin artık bitmiş olduğuna inandırmıyorduk. Bir süre sonra, artık çıkamaz olduk, çünkü başka hiçbir patron da bizi istemiyordu. Onları da suçlayamam. Kimse bizimle hiçbir tür ilişki kurmuyordu. Kendine saygısı olan hiçbir insan ve hiçbir şirket. Eskiden alışveriş ettiğimiz dükkânların çoğu hızla Starnesville’den taşınmaya başladılar. Sonunda barlar, kumarhaneler, kötü malları fahiş fiyata satan düzenbazlardan başka kimse kalmadı. 


Aldığımız sadaka hızla düşüyor, ama yaşam maliyetimiz yükseliyordu. Fabrikanın ihtiyaç içindeki insanları çoğalıyor, müşteri sayısı düşüyordu. Daha çok kişiye paylaştırılacak daha az gelir vardı. Eski zamanda Twentieth Century markasının, altına basılmış ayar damgası kadar geçerli olduğu söylenirdi. Starnes varisleri ne düşündüler, bilemiyorum...bir şey düşündülerse tabiî...ama sanırım o damganın büyü gibi, kendilerini hep zengin durumda tutacağını sandılar. Babalarını zengin durumda tuttuğu gibi. Eh, müşteriler hiçbir motoru vaktinde teslim edemediğimizi, kusursuz motor üretemediğimizi gördüklerinde, büyülü damga bu sefer ters etki yapmaya başladı. Üstünde Twentieth Century markası bulunan malı insanlar artık hediye olarak bile kabul etmiyorlardı. Müşteri olarak elimizde kala kala, borcunu ödemeyenlerle, zaten baştan beri ödemek niyetinde olmayanlar kaldı. Ama Gerald Starnes kendi yayın faaliyetlerinin havasına kapılmış, kasılarak dolaşıyor, işadamlarının bize sipariş vermesini istiyor, bunu motorlarımız iyi olduğu için değil, siparişe çok ihtiyacımız olduğu için yapmaları gerektiğini söylüyordu.


“O zamana kadar zaten, profesörlerin kuşaklardan beri göremediklerini iddia ettikleri şeyi, köyün delisi bile görebilmeye başlamıştı. Bozuk motorlarımız yüzünden çalışamayan bir elektrik santralinin jeneratörleri durursa, bizim ihtiyaçlarımızın bu işe ne yararı olur? Adamın biri ameliyat masasına yatmışken, elektrikler kesilse, ona ihtiyacın ne yararı olur? Uçağın motoru havada durursa, o yolculara ne yararı olur? Eğer bizim motorumuzu, iyi olduğu için değil de, bizim ihtiyacımız olduğu için satın almışsa, o santralin müdürü, o cerrah, o uçağın imalâtçısı, doğru ve ahlâkî bir karar vermiş sayılır mı?


“Ama yine de profesörler, liderler ve düşünürler dünyanın her yanında bu ahlâkî yasayı yerleştirmeye uğraştılar. Bu düzen küçücük bir kasabada, birbirini çok iyi tanıyan bizlere bile bunu yaptıysa, dünya çapında olsa nelere yol açmazdı? Dünyanın tüm dertlerine ve felâketlerine çözülmez bağlarla bağlı durumda olsanız, yaşamak ve çalışmak nasıl bir şey olur, düşünebiliyor musunuz? Çalışabilmek için, kim nerede bir hata yapsa, siz telâfi etmek zorunda kalırsınız. Hiç yükselme şansınız olmadan, yemeğiniz, giysileriniz, eviniz ve zevkleriniz her türlü kirli oyuna bağımlıyken, dünyanın herhangi bir yerindeki kıtlığa, salgına bağlıyken! Fazladan pay almaksızın, Kamboçyalıların karnı doyana, Patagonyalılar üniversiteden mezun olana kadar çalışmak! Dünyaya gelmiş herkesin kontrolündeki bir çek karşılığında çalışmak! O insanları hiç görmemişsiniz, ihtiyaçları hakkında da hiçbir fikriniz yok, yeteneklerini ya da tembelliklerini, sakarlıklarını, sahtekârlıklarını öğrenme veya sorgulama imkânınız olmadı. Yalnızca çalışacak, çalışacak, çalışacaksınız, kimin midesinin dolacağına, ya da hayatınızın rüyalarını gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğinize karar verme işini de Ivy’lere, Gerald’lara bırakacaksınız. Kabul edilmesi gereken ahlâkî yasa da bu olacak, öyle mi? Bu...bir ahlâkî ideal mı?”


“Eh, biz denedik...dersimizi de aldık. Istırabımız dört yıl sürdü. İlk toplantımızdan en son toplantımıza kadar. Sonu da, beklenebileceği gibi, iflasla bitti. Son toplantıda Ivy Starnes görünümü kurtarmaya çalıştı. Kısa, tatsız, hain bir konuşma yaptı, plânın başarısızlığa uğraması, ülkenin geri kalanı bunu kabul etmediği içindir, dedi. Bencil, açgözlü bir dünyada, bir tek topluluk bunu başaramazdı, dedi. Plânın soylu bir ideal olduğunu, ama insan yaratılışının o düzeyde olmadığını söyledi. Hepimiz sessiz otururken, ilk yıl yararlı bir fikir getirdi diye cezalandırılan o genç delikanlı ayağa kalktı, sahneye, Ivy Starnes’ın yanına çıktı, hiçbir şey söylemeden kadının yüzüne tükürdü. İşte plânın da, Twentieth Century’nin de sonu o anda noktalandi.